You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

TASAVVUF RİSALESİ

Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in, mü’minlere dünya ahvali ile ilgili hükümleri öğretmesi yanında, onların manevi ve ahlaki yönden eğitilmesi görevini de deruhte etmiş olduğu gerçeğidir. Zira Tasavvufun menşei ve dayanağı, ağırlıklı olarak Efendimizin bu yönüdür.

Kur’an-ı Kerimde bu nokta ile ilgili olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve Hikmet’i öğreten bir peygamber gönderen O’dur... “ (Cuma Suresi:2)

Bakara suresinin, 151. ayeti ile Ali İmran suresinin, 164. ayet-i kerimesi de bu hakikati açıklamaktadır.

Dikkat edilecek olursa bu ayet-i kerimede Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in, mü’minlere Kitab’ı ve Hikmet’i öğretmesi yanında, onları “Tezkiye” ettiği de belirtilmektedir.

İşte bu tezkiye, ruhi ve manevi terbiyedir ve nefsin kötülüklerden arındırılması, kalbin, Allah-u Teala’nın rızasına ulaşmayı engelleyen manevi hastalık ve kirlerden, şirkten, ma’siyetten ve günahlardan temizlenmesi demektir. Bu da Tasavvufun insanlarda oluşturmayı hedeflediği “güzel ahlak”ın ta kendisidir. Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayete göre, Aleyhissalatu vesselam Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki ben ancak güzel ahlaki tamamlamak için gönderildim.”(İmam-ı Ahmed, el-Müsned, No:8961, 3/323, Hakim, el-Müstedrek, No:4221, 2/670, Buharı, el-Edebü’l-Müfred No: 276, Sh.91)


Hadis rivayetlerine baktığımız zaman Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in, tıpkı dinin zahiri hükümlerini öğrettiği gibi, ashabına, zühd, takva, ihlas eğitimi de verdiğini ve onları manevi ve ruhi bakımdan eğittiğini de görüyoruz.

Ebu Zerri’l-Gıfari (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Aleyhissalatu vesselam Efendimiz buyurur ki:
“Kalbinde halis imandan başka birşey bulunmayan, kalbim selim (her türlü günah kirinden uzak), dilini doğru, ııefsini mutmain, ahlakını müstakim kılan; kulağını (sadece hak sözü) işiten, gözünü (sadece meşru şeylere ve hakka) bakan (uzuvlar) yapan kimse muhakkak kurtulmuştur.
Zira kulak, (kalbe giden şeyler için) bir huni (mesabesinde) dir; göz, kalbin kavradığı şeylerin karar yeridir. Kalbini (hakkı) kavrayan (bir uzuv) haline getiren kişi gerçekten kurtulmuştur.” (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, No:21368,8/71)

Ebu Musa el Eşari (Radyallahu Anh) dan rivayete göre Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kim dünyasını severse, ahiretine zarar verir; kim de ahiretini severse, dünyasına zarar verir. Öyleyse baki (kalıcı) olanı fani (geçici) olana tercih edin.” (Ahmed ibni Hanbel, Müsned, No:1971 7, 7/165)

Sehl ibni Sa’d (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadisi şerifte Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Eğer dünyanın Allah nezdinde bir sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kafire ondan bir yudum su bile vermezdi.” (Tirmizi Zühd:13, No:2320, 4/560)

Ebu Zerr (Radyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadisi şerifte de Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Dünyada zühd, helali (kendine) haram kılmak ve (mevcut) malı yoketmek değildir. Lakin dünyada (gerçek) zühd, kendi elinde olana, Allah’ın elinde olandan daha fazla güvenmemen ve bir musibete uğradığın zaman, sevabı dolayısıyla, (kurtulmaktansa) o musibette kalmaya daha fazla rağbet göstermendir.”(Tirmizi, Zühd:29, No:2340, 4/5 71)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Burada sadece örnek olması kabilinden zikrettiğimiz bu rivayetler göstermektedir ki, Tasavvuf mana ve muhteva olarak Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’e kadar dayanmakta ve kaynağını oradan almaktadır.

Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin terbiyesinde yetişmiş bulunan Sahabe-i Kiram da (Radıyallahu Anhum) kendilerinden sonra gelen kuşağa, tıpkı O’ndan aldıkları zahiri ilimleri olduğu gibi, manevi eğitimi de aktarmışlardır.

Tabi’un dediğimiz bu nesil de aynı şekilde kendilerinden sonra gelenleri bu yolda eğitmişler ve Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’den gelen manevi feyiz silsilesi böylece nesiller boyu devam edegelmiştir.

Sahabe’nin (Radıyallahu Anhum) kendilerinden sonra gelen kuşağa, konumuzla alakalı temel bilgiler bırakmış oldukları vakıasını burada birkaç örnekle ifade edelim:

Hz. Ebu Bekir (Radıyallahu Anh) halife seçildiği zaman irad ettiği hutbede şöyle demiştir.” (...) Siz, ne zaman sona ereceğini bilmediğiniz bir ecel peşinden sabah akşam koşmaktasınız. Eğer ömrünüzü faydalı bir amelle geçirmeye gücünüz yeterse hiç fırsatı kaçırmayın.

Fakat (bilin ki) Allah’ın yardımı olmadan bunu asla yapamazsınız. Eceliniz gelip de sizi amel edemez hale getirmeden (ölmeden) önce faydalı amel işlemeye gayret edin.

Zira bazı toplumlar ecellerini unutup da başkaları için ameller işlediler. Sizleri onlar gibi olmaktan sakındırırım. Acele edin Çabuk olun! Kurtulun! Çünkü arkanızdan, sizi hırsla takip eden bir ecel koşmaktadır.

Ölüme hazırlanın! (Ölmüş olan) babalarınızdan, çocuklarınızdan ve kardeşlerinizden ibret alın. Yaşayanların ancak, ölülerin gıbta ettiği özelliklerine (faydalı amellerine) gıbta edin.” (Taberi, Tarihu‘r-Rusul ve‘l-Mulük, 3/224)


Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:

“Nefislerinizi (Allah tarafından hesaba çekilmelerinden önce) hesaba çekin (ve amellerinizi kıyamet günü tartılmadan önce tartın). En büyük mahkemeye hazırlanın. Kıyamet günü ancak dünyada kendini be- saha çekenlerin hesabı hafif olur” (Tirmizi, Kıyame:25, No:2459,4/638)


Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) in bu paha biçilmez tavsiyesi ile bağlantılı olarak Muhyiddin İbni Arabi (Kuddise Sırrıhu) şöyle demiştir;

“Şeyhlerimiz, söyledikleri ve yaptıkları şeyler konusunda nefislerini hesaba çeker ve bunları bir deftere yazarlardı. Yatsıdan sonra nefislerini hesaba çekerek defterlerini açar ve kendilerinden sadır olmuş bulunan söz ve fiillere bakarlardı. Bunun neticesinde her bir söz ve fil için hak ettikleri mukabeleyi yaparlardı.

Eğer söz ve filleri istiğfar etmelerini iktiza ediyorsa istiğfar ederler, tevbeyi gerektiriyorsa tevbe ederler; şükrü haketmişse şükrederler ve sonra uyurlardı.” (Feyzu’l-Kadir, 5/67)


İmam-ı Rabbani(Kuddıse Sırrıhu) da, Muhyiddin ibni Arabi (Kuddise Sırrıhu) nun şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ben bu muhasebeye, niyetlerimi ve kalbime gelenleri de kattIm.” (İmam-I Rabbani Mektubat, 2/372)

Hz. Ali (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir:
“Hayır, mal ve evladının çok olmasında değil, büyük alini ve çok hilim sahibi olmanda, insanları Allah’a ibadet ettirmek suretiyle yükseltmelidedir. İyilik yaparsan Allah’a hamdet. Günah işlersen af dile.

Dünyada şu iki kişinin dışında kimsede hayır yoktur: Biri, günah işleyip bunu hemen tevbe ile telafi eden, diğeri ise hayır işlemekte başkaları ile yarışandır. Takva ile yapılan hiçbir amel az değildir. Kabul edilen bir amel nasıl az olur ki?!” (Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/75)

Muaz ibni Cebel (Radıyallahu Anh) oğluna tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: “Yavrucuğum! Namaz kıldığın zaman, son kıldığın namazmış gibi huşu’ içinde ol.

0 namazı bir daha ebediyyen kılamayacağını düşün. Yavrucuğum, bil ki, insan iki iyilik arasında ölür, biri yaptığı, diğeri de ertelediği.” (Hilye, 1/234)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Abdullah ibni Mesud (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “Kula fakirlik zenginlikten ve tevazu şöhretten daha iyi görünmedikçe ve başkalarının övmesi ile yermesi, kendisinde bir değişiklik meydana getirmedikçe o kul gerçek imana kavuşmuş sayılmaz.” (Hilye, 1/132)

Selman-ı Farisi (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “Beni üç şey güldürür, üç şey de ağlatır: Ölüm peşlerinden geldiği halde dünya için uzun uzun emeller besleyenlere, devamlı (ilahfl murakabe (gözetim) altında bulunduğu halde bundan habersiz olan gafillere ve Rabbinin rızasını mı, yoksa gazabını mı kazandığını bilmeden kahkaha ile gülenlere gülerim.

Beni ağlatan üç husus da şunlardır: Çok sevdiğim Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve O’nun arkadaşlarından ayrılmak, ölüm anında karşılaşılacak olan şiddetli korkular ve cennete mi yoksa cehenneme mi gireceğimi bilmeden Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda beklemek.” (Hilye, 1/20 7)


Ebu’d-Derda(Radıyallahu Anh) şöyle demiştir “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet edin. Kendinizi ölülerden farz edin. Bilmiş olun ki, size yetecek kadar olan az (dünyalık), sizi doğru yoldan çıkaracak olan çok (dünyalık) dan daha hayırlıdır. Şunu da bilin ki, iyilikler kaybolmaz, kötülükler de unutulmaz...” (Hilye, 1/212; el-Camiu’s-Sağir, 3/261)

Sahabenin bu yoldaki tavsiye ve sözlerine, İbni Abbas (Radıyallahu Anh) un şu sözleri ile son verelim:

“Ey günahkar! Sonunun mutlaka fena olacağını düşün. Günahı aleni yapmak, günah işlemekten daha büyük günahtır. Çünkü günah işlerken sağında ve solunda bulunanlardan utanmaman, o günahı yapmaktan daha büyük bir günahtır. Allah’ım sana ne yapacağını bilmeden gülmen, yapmakta olduğun günahtan daha büyük bir günahtır. Yapmayı başardığın günah sebebiyle rahatlaman, o günahtan daha büyük bir günahtır. Yapamadığın bir günahtan dolayı üzülmen, o günahı yapmandan daha büyük bir günahtır.

Bir günah işlerken, rüzgarın kapının perdesini hareket ettirmesinden korktuğun halde, yaptığın kötü işten dolayı Allah’ın seni gördüğünü düşünerek kalben üzüntü duymaman daha büyük bir günahtır. Yazıklar olsun!

Eyyüb aleyhisselam’ın günahının ne olduğunu biliyor musun? 0 ne yaptı da Allah-u Teala onun vücuduna hastalık verdi, mallarını elinden alıp fakirleştirerek cezalandırdı.

Yoksul biri, Hazreti Eyyüb’ün engel olabileceği bir zulümden kendisini kurtarmasını istemiştide o, bu yoksula yardım etmemişti. 0, kötülükten nehyderek, düşküne zulmeden kimsenin o hareketine mani olmadı. Aziz ve Celil olan Allah da onu böyle bir bela ile cezalandırdı.” (Hilye. 1/324)

Bütün bu zikrettiklerimiz, Sahabe’nin, kendilerinden sonra gelen nesle tavsiye ettiği şeylerden sadece cüz’i bir kısım örneklerdir. Ve bu örnekler açıkça göstermektedir ki, Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in kendilerini tabi tuttuğu manevi eğitim ve ruh terbiyesi, nefis tezkiyesi yolunda kendilerine öğrettikleri, Sahabe tarafindan da kendilerinden sonra gelenlere aktarılmıştır.

Hiç şüphesiz Tabi’un dediğimiz nesil de Sahabenin kendilerine öğrettiklerini, kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlar ve onları bu doğrultuda yetiştirmişlerdir.

İşte bu ilk nesillerde belirgin olarak gördüğümüz zühd hayatı, takva ölçülerine hassasiyetle riayet, nefis terbiyesi, ahlakın güzelleştirilmesi gibi ölçüler bilahare sistemleşerek Tasavvuf adını alacak ve Tasavvuf, kurumlaşarak Tarikatler şeklinde hayatın içindeki yerini bulacak ve giderek sosyal bir boyut da kazanacaktır.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ

TASAVVUFUN ASR-I SAADETTEKİ

YERİ




Tasavvuf, tarih içinde sistemleşerek aldığı şekil itibariyle Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Sahabe (Radıyallahu Anhum) döneminde aynen mevcut değildir. 0 dönemde, tıpkı diğer ilimlerin olduğu gibi, Tasavvufun da ancak özü ve sistemleşmemiş şekli mevcut idi.

Bu ilmin erbabı, daha sonraları bu yolun usul ve kaidelerini tesbit etmiş, kitaplarda ve sözlü nakillerde dağınık bir halde bulunan bilgi ve tecrübeleri birleştirerek derli toplu bir ilim haline getirmişlerdir.

Asr-ı Saadet’te ilimlerin hemen hiç birisinin konuları belli olmamış, hudutları tayin edilmemiş, meseleleri tehdit edilmemişti.

Ancak İslam Uleması, Asr-ı Saadeti takip eden dönemlerde bu ilimleri birbirinden ayırmış, bunların hududunu tayin etmiş ve adları koymuştur.

Bu tayin ve tesbitte amil, İslam Şeriatını çeşitli cepheleriyle öğrenmeye ve gittikçe derinliğine dalmaya başlayan bilginlerin, Şeriat‘ın muhtelif kısımlara tevzi ve taksimine ihtiyaç olduğunu görmeleridir.

Kolay öğrenmek ve onu sağlam, ölçülü bir şekilde ihata etmek için de buna lüzum vardı. Bunu şöyle bir kıyas ile biraz daha açıklayabiliriz:.

Nasıl ki Asr-ı Saadet’de bugün anladığımız şekliyle Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam gibi ilimler yoktu ve ancak bunların özü vardı; işte aynı şey Tasavvuf için de sözkonusudur.

Bugün bir kimse çıkıp da “Asr-ı Saadet’te Usul-i Hadis ve Usul-i Fıkıh, yahut Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kelam ilimleri yoktu. 0 halde bugün bu isimler altında okutulup Öğretilenler ve yaşananlar islam dışıdır, bid’attir” diyebilir mi?
Bizler biliyoruz ki Usul-i Fıkıh ilmine dair ilk eser, hicri 204 yılında vefat etmiş olan İmam-ı Şafii tarafından kaleme alınmıştır.

Gerçi Hanefi mezhebi kaynaklarında bu ilmi ilk defa İmam-ı Ebü Hanife’nin tedvin ettiği kaydedilir. Ancak onun bu konuda bize kadar ulaşmış bir eseri yoktur.



Yine Usul-i Hadise dair, ilk eser, hicri 360 yılında vefat etmiş olan İmam-ı Ramehürmüz’n indir.

Diğer ilimlerin de gerek usul, gerekse füru’una ait eserler aynı şekilde Asr-ı Saadet’- ten çok sonraları düzenli bir şekilde kaleme alınmışlardır.

İşte aynı durum Tasavvuf için de geçerlidir ve bu ilme dair eserlerin Asr-ı Saadet’ten daha sonraları kaleme alınmış olması da, diğer ilimlerden farklı bir durum arz etmediğini göstermektedir.

İbni Haldun (Rahimehullah) der ki: “Bu ilim (Tasavvuf) insanlar arasında sonradan ortaya çıkmış bir ilimdir ki, aslı şudur:
Bu ilmin erbabının yolu, bu ümmetin selefinden ve büyüklerinden Sahabe, Tabi’ün ve onlardan sonra gelenler yanında hak ve hidayet yolu olarak mevcut idi ve şu kaidelere dayanmaktaydı.

1 - İbadetlere devam,
2 -Dünyanın süs ve zinetlerinden yüz çevirerek Allah-u Teala’ya yönelmek,
3 -Halkın sevdiği, meylettiği zevklere, mal, servet ve makamlara rağbet etmemek,
4 -İbadetle meşgul olmak üzere halk arasından çekilmek.

Sahabe ve selef genellikle bu şekilde hareket ederlerdi. Hicri ikinci asırda ve daha sonraları dünyaya yönelme ve dünyevi işlere dalma tavrı yaygın bir hal alınca, ibadete yönelenler “Süfiyye” ve “Mutasavvıflar” adını aldılar...” (İbni Haldun, Mukaddime, 467)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Soru: Tasavvufun tarihi seyri hakkında bu söylenenlere dayanarak Tarikatler’in oluşumunu ve aralarındaki birtakım usul ve kaide farklılıklarını nasıl değerlendirebiliriz?

Cevap: Yukarıdaki kıyası devam ettirecek olursak; nasıl ki diğer ilimler, zamanla şekillenmişse, Tasavvuf ilminde de zamanla farklı şekillenmeler meydana gelmiştir.

Mesela Fıkıh ilmini ele alalım. Temel kaynaklar aynı olduğu halde, bu ilimde derinlik sahibi olan imamların farklı bakış açıları, zamanla farklı mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Mezheplerin ictihad usullerine baktığımız zaman şunu görürüz:Kitap Sünnet, İcma ve Kıyastan sonra Şer’i Deliller her mezhepte değişik değişiktir.

Mesela Hanefi Mezhebi’nde benimsenen “İstihsan” kaidesi Şafii Mezhebi’nde yoktur. Hatta İmam-ı Şafii, istihsan kaidesine şiddetle karşı çıkmış ve el-Umm adlı eserinde İstihsan’ın iptali başlıklı bir bölüm açarak İstihsan’ı savunanlara karşı koymuştur.

Keza Malik Mezhebi’nde benimsenen “Maslahat-ı Mürsele” kaidesi de böyledir. Diğer mezhepler de bu kaideyi benimsememişlerdir.

Usul-i Fıkıh ilminin sahasına giren bu ıstılahların açıklamasına dalarak burada konuyu dağıtmayı uygun görmedik. Bu bahiste zikri geçen bu türlü ıstılahlar hakkında bilgi edinmek isteyenler Usul-i Fıkıh kitaplarına başvurabilirler.Hatta Hak Mezhepler dediğimiz bu mezheplerin, Şer’i Deliller olarak esas aldıkları Kur’an, Sünnet, Icma ve Kıyas delilleri konusunda da ayrıntılara inildiği zaman önemli bakış ve değerlendirme farklılıkları olduğu görülecektir.

Bütün bu ihtilaflara rağmen bizler bu fıkhı mezheplerin (ana çizgi dışına çıkmış olanlar hariç) hepsini ‘’Hak mezhep’’ olarak değerlendiririz ve bunlardan hiçbirisini bid’at, sonradan uydurulmuş, İslamda yeri olmayan kurumlar olarak görmeyiz.

İşte Tarikatler de böyledir ve bunlar da tıpkı aynı kaynaklardan zuhur eden farklı Fıkıh, Hadis ve Kelam mezhepleri gibidir.
Aynı kaynaktan zuhur etmişlerdir; ancak zevkler, meşrepler ve kaideler arasında farklılıklar vardır. Tıpkı yukarıda zikrettiğimiz diğer ilim dalları gibi Tarikatler’i de bizler, hakikate götüren değişik yollar olarak telakki ederiz (algılarız).

Burada bir noktaya daha değinelim:

Mezheplerin hepsini hak olarak gördüğümüzü söylerken, ana çizgi dışına çıkmış olanları bundan istisna etmiştik.

Aynı durum, Kitap ve Sünnet dışına çıkmış bazı batıl tarikatler için de sözkonusudur. Bunlar daha çok Rafizilik (aşırı Şiilik), Felsefe ve batıl dinlerden etkilenerek oluşturulmuşlardır.

Sırf adı tarikat olduğu için bunların hoş görülmesi ve İslam çerçevesinin içinde kabul edilmesi mümkün değildir. (Bu konuyla ilgili izahat için bkz. Seyyid Mahmud Ebu ‘l-Feyz el-Menüfi, et- Tasavvufu’l-İsla-müyyü’l-Halis, Sh. 191 vd.)

Ruhul Beyan ve Alüsi tefsirlerinde zikredildiği üzere: “Şeytan bir millete musallat olduğu zaman onları kendi vücudları ve nefisleri hakkında şeriata uymaksızın, uydurarak bir takım şeyler yapmağa teşvik eder ki, onlar bu yaptıklarının Allah için ve Allah yolunda olduğunu sanırlar.

İşte Maide Suresinin 103. yet-i celilesinde geçen: “Bahire” ifadesinde, Kalenderiye ve Hayderiye isimlerindeki sapık tarikat mensuplarının Allah-u Teala tarafından kendilerine emrolun-maksızın yaptıkları, kulağını yarıp veya delerek demir halka takmak, göğsünü veya tenasül uzvunu delip kilit takmak ve boynuna bukağı takmak ve gibi sapıklıklarına işaret vardır.

Ayet-i celiledeki “Şaibe” ifade-i celilesinde, şeriat gemi ve tarikat bağı olmaksızın memleketlerde ipsiz sapsız dolaşarak hayvani isteklerine daldırıp, şeytan, kendileriyle maskaralık ettiği halde hak yolda olduklarını sanan ve nefislerinin arzularını kendilerine ilah edinen kimselere işaret bulunmaktadır.

“Vasile ve Ham” ifade-i celilesi ise, haramları helal ve yasaklan mubah sayarak (manevi) kardeşlik ve tarikat babalığı yoluyla yabancılarla ilişki kurup asabiyet ye inattan ötürü akraba ile ilişiğini kesen sapık İbahiye zındıklarına işaret etmektedir.

Bu kişiler vahdet makamına ulaştıklarını iddia edip aldanarak şeriata ne kadar muhalefet etseler de kendilerine bir zarar ve noksanlık getirmeyeceğini savunurlar. İşte bütün bunlar, Şeytanın vesveselerinden ve nefsin hatıra getirdiği kötü fikirlerdendir ki Allah-u Tealğ bunlardan hiçbirini emretmediği gibi hiç kimseye de bu hususta müsaade vermemiştir.

İşte bu batıl yolları kurup uyduranlar, şeriattan ve tarikattan hiçbir şey bilmeyen, hakikata eremeyen tabiat ehli (canının istediğini yapan) ve hadia erbabı (aldatıcı) kimselerdir ki, bunların fitneleri dünyaya yayılmış, ifsat ve aldatmaları kemal bulmuştur, üstelik bunları engelleyecek bir güçte kalmamıştır, zaten yırtık yamayı aşmıştır.



“Bin tane yapan, bir yıkana dayanamazken,

Arkasında bin tane yıkıcı bulunan bir yapıcı ne yapsın?”




Ruhu’l-Beyan tefsirinde, Şeyh Ali dede’nin, “Es’iletü’l-Hikem” isimli eserindeki şu izahına yer verilmiştir:

“Ahir zamanda ümmet içinde zuhur edecek deccallar hakkında varid olan ehadis-i nebeviyye’den maksat, insanları Allah-u Teala’nın yolundan saptıran önderler, özellikle zamanımızdaki bazı şeyh taslaklarıdır ki, bu asrımızda biz onlara rastlamaktayız. Allahu Teala oldukları yerde onları katleylesin.

Büyüklerden biri şöyle anlatmıştır: Bir kere görünüşü sofiye benzeyen bir adama “Cübbeni bana sat” dediğimde, o, “Avcı tuzağını satarsa neyle avlanır?” diyerek sahtekarlığını açıklamıştır.

İsmail Hakkı Bursevi(Kuddise Sırrıhu) nin bu izahatından sonra şunu ifade etmek zaruretini duymaktayız.
Osmanlının şeriat ve tarikat ile payidar olduğu o dönemlerde büyük zatlar, sapıklardan bu kadar şikayet etmekte olduğuna göre, ya günümüzde Hak’ka engel olup sapıklara yol veren kimselerin elinde kalmış olan bizler ne diyelim?

Cehaletin zirveye ulaştığı şu günlerde bir çok müteşeyyih (şeyhlik taslayan sapık) lar türemiştir ki, bunlar kadınlara el öptürürler, kadınlarla halvet ederler (tenhada yalnız kalırlar), manevi anne iddiasıyla karılarının elini erkeklere öptürürler, başkalarının malını tarikat kardeşliği bahanesiyle izinsiz kullanırlar, kendilerine intisap eden zavallı cahil kadınları kandırıp, ibadet niyetiyle zina yaparlar da yine de kendilerinin hakikat üzere olduğunu, şeriat tekliflerinin kendilerinden düştüğünü iddia ederler.

Bunlarla karşılaşmaktan ve fitnelerine kapılmaktan Allah-u Teala’ya sığınır, bizden sonra kıyamete kadar gelecek nesillerimizi de Allah-u Tealaya sığındırınz. Amin..
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Soru: Şeriat-Tarikat-Hakikat-Marifet dörtlüsü neyi anlatmaktadır? Bunlar birbirinden tamamen farklı şeyler midir, yoksa birinden diğerine geçilen merhaleler midir? Şeriat olmadan diğerleri gerçekleştirilebilir mi?

Cevap: Bu soruya cevap verebilmek için önce bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeliyiz:

Şeriat: İlahi tekliflerin tümünün ismidir. Zahir ve batın amellerinin hepsini içine alır. İmam-ı Azam Ebu Hanife, fıkhı, “Nefsin, kendi lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir” şeklinde tarif etmiştir. (Burhaneddin Zernuci, Ta‘limu ‘l-Müteallim, Sh.9)

Bu tariften de anlaşılacağı gibi, önceki alimler Fıkh’ı, Şeriat’ın müteradifi (eş anlamlısı) olarak kullanmışlardır.
Daha sonra gelen alimler ise Fıkıh kelimesini, Şeriat’ın zahir amellere ait olan kısmı hakkında kullanmaya başladılar. Dolayısıyla Şeriat’ın kısımlarından biri olan batın ameller ise Tasavvuf ilminin konusu oldu.
İşte bu batını amellerin eda edilmesinde başvurulacak usule Tarikat denir.

Seyyid Şerif Cürcani (Kuddise Sırrıhu) nun şu tarifi ne kadar güzeldir. Tarikat, Allah-u Teala’ya kavuşmak için manevi yola girenlerin, aştıkları menziller ve yükseklikleri makamlarla alakalı özel bir siret (yürüyüş) dür. (et-Ta’rifat, Sh. 141)

Bu yolda ilerlerken batın amellerin ıslah edilmesi (düzeltilmesi) ve arzu edilen seviyede yerine getirilmesi neticesinde kalpte bir parlaklık ve safiyet oluşur.

Bu sayede kul, güzel amelleri, çirkin fiilleri, sıfati ve zati ilahi hakikatleri ve Allah-u Teala ile kul arasındaki muameleleri görür, idrak eder. İşte kalpte perdesi kalkan bu gerçeklere Hakikat denir. Bu inkişafa, kalpteki perdelerin kalkmasına da Marifet ismi verilir.

Ancak bütün bu işlerin hepsi Şeriat’a tabidir. Şeriat olmadan diğerlerinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Ebu’l-Kasım Kuşeyri (Kuddise Sırruhu) der ki: “Bil ki, Şeriat, Allah-u Teala’nın emri ile uyulması gerekli olduğu için Hakikat’tır; Hakikat da, Yüce Allah’ı bilmenin yine kendi emri olması dolayısıyla Şeriat’tır.” (Kuşeyri, Risale, 46)

Yukarıda bir soruya verdiğimiz cevapta, Tasavvuf yolunun bazı büyüklerinin Şeriat hakkındaki değerlendirmelerini nakletmiştik. Konuyla alakalı kaynaklarda daha pek çok örnek zikredilmektedir.
Örnek olarak burada İmam-ı Rabbani’nin (Kuddise Sırruhu) bir sözünü nakledelim:

“Bilmiş olasın ki, Şeriat üç cüz (parça) dan ibarettir: İlim, amel ve ihlas.


“Anlatılan bu üç cüz’ün her biri tek tek yerine getirilmedikçe Şeriat tahakkuk etmez (meydana gelmez). Şeriat tahakkuk ettiği takdirde, Yüce Hakkın rızası da tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) olur. Yüce Hakkın rızası öyle bir iştir ki, dünya ve ahirete ait saadetlerin hepsinin üstündedir.

“Şeriat, dünya ve ahirete ait tüm saadetleri özünde toplamıştır; bunları sağlama, yerine getirme gücü de tamdır. Durum böyle olunca, şeriatın dışında ihtiyaç duyulacak bir talep kalmaz.

“Söfiyyenin kendisiyle temeyyüz ettiği (seçkinleştiği) Tarikat ve Hakikat ise, Şeriat’ın üçüncü parçası sayılan ihlasın olgunlaşmasına ve tamamlanmasına yardımcıdır.

“Hakikat ve Tarikat tahsilinden maksat, Şeriat’ın tamam olmasıdır; Şeriatın dışında bir başka şey için değildir.
“Tarikat süluku esnasında sofiyye zümresi için hasıl olan haller, vecdler, ilimler ve marifetler esas maksatlardan sayılmaz. Bunların hepsi, Tarikat çocuklarını terbiye eden vehim ve hayallerden ibarettir.


Asıl gereken odur ki, bütün bunlardan geçilsin, rıza makamına ulaşılsın. İşbu rıza makamı, sülük ve cezbe makamlarının nihayetidir.

“Tarikat ve Hakikat menzillerini aşıp geçmekten maksat, ihlas’ın tahsilinden başka birşey değildir. Bu ihlas, rıza makamının kazanılmasını gerektirir.

“Ancak eksik ve kusurlu kişilerdir ki, halleri ve vecdleri asıl maksatlar arasında sayarlar; müşahedeleri ve tecellileri de esas matlup işler sırasında görürler.

Böyle olunca, hiç şüphe yok ki, vehmin ve hayalin zindanında kalırlar; bu engel ile de Şeriat’ın kemlatından mahrum kalırlar...” (İmam-ı Rabbani’, Mektubat, 1/50)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Soru: Hayatı Tasavvufi kaideler doğrultusunda yaşamak şart mıdır? Tasavvufsuz bir İslami hayat düşünülemez mi?

Cevap: Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalara ek olarak burada şu noktaları belirtmemiz gerekir:

Fıkhın dışarıdan girdiği yerlere Tasavvuf içeriden girer. Fıkhın konusu olan zahiri hükümlere Tasavvuf içeriden, ruh cephesinden uzanmak ister.

Nasıl namazın, orucun ve diğer amel ve ibadetlerin zahiri bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hüküm ve meseleler Fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa, huzur-ı kalbin, huzü’ ve huşu’un da öyle batıni bir şekli vardır.

“Benim zikrim için namaz kıl”(Taha Suresi: 14 den)
ayetinde beyan buyurulduğu gibi, namazın asli gayesi olan huzur-u kalp ile zikrullahın batıni bir münasebeti vardır ve bunların ahkam ve tafsili, Fıkh-ı Batın adını almaya hak kazanan Tasavvuf ilminde mündemiç (bir araya gelmiş)tir.

Nasıl zahirde, muayyen vakitlerde nefsi yemekten ve içmekten menetmeye “Oruç” deniyorsa, Cenab-ı Hakk’ın: “Umulur ki İttika edersiniz”(Bakara Suresi: 183 den) kavl-i şerifinde işaret buyurulan Takva da orucun ruhu ve özüdür.

Şer’ı amellerin nasıl bir dış görüntüsü varsa ve ameller ancak bu keyfiyette tecelli ve bu görünüşte tahakkuk ederse, ihlas ile muttasıf olmadan ve temiz niyetlerin alametini taşımadan bu ibadetler de sıhhat derecesine ulaşamaz, fesattan kurtulamaz ve Allah-u Teala indinde makbuliyet kazanamaz.

Çünkü Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) dan rivayetle Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ameller ancak niyetlere göredir.” (Buhari Vahiy: 1, No: 1, 1/3) buyurmuştur.

Hatta kişinin ahirette kurtuluş ve selameti, zahiri amellerinin sıhhati ve bunların hepsinin Allah nezdinde kabul olması keyfiyetinin dayandığı sağlam akide ve iman, kalple ilgili bu iki batıni amel (İhlas ve niyet) e bağlıdır.

İşte Batıni Fıkıh veya Tasavvuf denen yolun İslam Şeriatı’ndaki yeri ve önemi burada ortaya çıkmaktadır.

Bu bölümün ilk kısmında zikrettiğimiz bir hadis-i şerifi tekrar hatırlayalım: “Dikkat edin! Vücutta küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalptir!”

Bu hadis-i şerifte kastedilen şudur: Bedenin zahid olan fil ve hareketlerinin iyiliğe doğru gitmesi de, kötülüğe doğru akması da kalbin salah veya fesadına bağlıdır.

Kalbe hakim olacak salah veya fesat vücudun her köşesine tesir eder. Salah, vücut ikliminde sulh ve sükünun, fesat da fısk ve fucurun kaynağıdır.

İşte Tasavvuftan veya Fıkh-ı Batın’dan maksat, kalbin salahı, tezyini ve kötülüklerden korunmasıdır. Fesada uğradığı ve bir hastalığa mübtela olduğu zaman da onun çaresini aramaktır.

“Gerçek şu ki, iyice temizlenen, Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (A’la Suresi: 14-15) ayeti kerimesi bu hakikate işaret etmiştir.

Aynı doğrultudaki bir diğer ayet-i kerimede de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak kim nefsini tertemiz yaparsa kurtulur, kim de onu kötülüklere gömerse hüsrana uğrar.” (Şems Suresi: 9-10)

Bu ayetler açıkça göstermektedir ki, insanların yaptığı amellenin hepsi bir vesiledir. Dinin kemalinden değildir.

Asıl gaye, Rabbin rızasına ulaşabilmek için gerekli olan kalbin temizliğidir. Eğer kişinin amelleri kalbin temizlenmesi ile neticelenmiyorsa, o amellerin kişiyi yüceltmesi ve nefsini temizlemesi sözkonusu olamaz..

Tasavvuf ve Tarikat için bu gerçekleri bildiğimiz zaman, onda Din ve Şeriat’a aykırı bir husus bulmak şöyle dursun, aksine, Tasavvufu kendi yaşayışı için bir düstur edinmeksizin herhangi bir müslümanın gerçek mümin ve İnsan-ı Kamil derecesine ulaşmasının imkansız olduğunu anlarız.

Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve daha ziyade Fıkıh ilminin iştigal sahasına giren, “Namaz kılın”, “Zekat verin” gibi emirlerin kesin birer yükümlülük olduğunda nasıl şüphe yoksa yine Kur’an-ı Kerim’de, aynı tarzda emir siğasıyla yer almış olan ve Tasavvuf ilminin iştigal sahasına giren “Sabredin”, “Şükredin” gibi ifadelerin de birer yükümlülük olduğu inkar olunabilir mi?

Dolayısıyla yukarıdaki soru bir bakıma, “Fıkıh’sız bir İslami hayat düşünülemez mi?” diye sormak gibidir. Nasıl böyle bir sorunun cevabı şüphesiz “Hayır!” olacaksa, “Tasavvufsuz bir hayat düşünülemez mi?” şeklindeki sorunun cevabı da aynı şekilde “Hayır” olacaktır.
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.
Profesör
RE: TASAVVUF RİSALESİ
Soru:Bu cevabı doğru kabul edersek, Tasavvufa intisap etmeyen, bir şeyhe bağlanmayan, ama İslam’ın emir ve yasaklarına hassasiyetle riayet eden kimselerin yaşadığı İslami hayatın eksik olduğunu söylemek gerekmez mi?

Cevap: Eğer kişi İslam’ın kendisinden beklediği, Kur’an ve Sünnet’in kendisinden istediği hususları hakkıyla yerine getirebiliyorsa, bir Tasavvuf şeyhine bağlanması gerekmez.

Heyhat! Nefsin ve şeytanın hilelerinin, düzen ve tuzaklarının ne kadar çetin olduğunun farkında bulunmayan kimseler bu cevap ile rahatlamasınlar sakın!

Fıkhi bir meselesini sormak için ilmine güvendiği bir hocaefendiyi yana döne arayanlar, rastladığı bir hadisin sahih mi, yoksa gayr-ı sahih mi olduğunu öğrenmek için kitap karıştıran, alim arayan kimseler, nefis tezkiyesinin ve manevi terbiyenin ne kadar zor vemeşakkatli, ne derece hassas bir mesele olduğUnun farkında mıdırlar? Bir kimsenin, bedeni hastalıkların her türlüsünün teşhis ve tedavi yollarını kendi başına, kitap karıştırarak ve şahsi tecrübeyle öğrenmesi bir faraziye olarak mümkünattandır.

Belki böyle kimseler nadir, hatta ender olarak görülebilir de. Ancak bu, herkesin böyle bir yükün altından kalkabileceği anlamına gelebilir mi? Günümüzde salahiyetli bir doktor olabilmek için Tıp fakültelerinde 6 sene okumak, teorik ve pratik bilgiler edinmek yetmiyor.

Ayrıca uzmanların yanında belli bir süre talim yapmak, ihtisas (uzmanlık) imtihanlarına girmek ve bu imtihanı başarıyla vermek gerekiyor.Bütün bu aşamalardan geçen bir kimsenin bile işinin tam anlamıyla ehli, sahasında uzman, her bakımdan gerekli tecrübe ve bilgiye sahip olduğunu söyleyemiyoruz.

Bu kimse bile kendisini her an yenilemeli, yeni keşfedilen hastalıkları ve tedavi usüllerini takip etmeli ve hiçbir zaman bildikleriyle yetinmemelidir ki, görevini eksiksiz yerine getirebilsin!

Bedeni hastalıklar içindurum böyleyken, ruhi ve kalbi hastalıkların durumunu yarın siz düşünün! Hatta bu türlü manevi hastalıklar teşhis edilse ve tedavi yolları da nazarı olarak bilinse bile, işin ucunda nefisle çarpışma bulunduğu için bu tedavi yollarını uygulamak kişiye ağır gelecektir.

İşte insan böyle bir durumda, daha evvel bu yollardan geçmiş tecrübe sahibi bir şeyhe, mürşid-i kamile ihtiyaç duyar.

Mürşid, bu hastalıkları iyice öğrendikten ve kişinin durumuna derinliğine nüfuz ettikten sonra, daha evvel çilesini çektiği bu hastalıkları kişiye anlatır ve tedavi yolunu da gösterir.

Bununla da yetinmez; müride verdiği reçetenin uygulanması esnasında ortaya çıkacak yan etkilerin nasıl bertaraf edileceğini de öğretir. Çünkü bu tedavi, bir anda olup biten birşey değil, uzun ve dolambaçlı bir yoldur.

İmam-ı Rabbani (Kuddise Sırruhu) ne güzel buyurur:


“Sen yolun başında şaşı olduğun için,
Mutlaka seni çekip götürecek bir şeyhe muhtaçsın.”




Bundan dolayı Mevla Teala: “Ona (Allah-u Teala’ya sizi ulaştıracak) vesile (Vasıta) arayın.” (Maide Suresi: 35 den) buyurarak kul ile kendisi arasında vesile ve vasıta olmaya hak kazanmış, manevi yolu iyi bilen ve salikleri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramayı emretmiştir. (İmam-ı Rabbani, Mektubat 2/50)
"Ey Sevgili!..
Bir geceliğine değiş tokuş etseydik yüreğimizi,
Taşıyabilir miydin acaba bendeki seni!..
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.