You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Im Not NormaL
SÎA mezhebi
Hz. Peygamber'in vefatindan sonra Imametin Hz. Ali ve evlatlarina ait bir hak olup nass ve tayinle gerçeklesecegini iddia eden birbirlerinden farkli mezheplerin müsterek adi.

Sîa kelimesi Arapcada se-ye-a kökünden firka, bölük, taraftar, yardimci, bir kimseye uyan ve yardimci olan manalarina gelen bir kelimedir. Kur'ân-i Kerîm'de degisik yerlerde geçen bu kelime (bk. el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlaminda kullanilmistir. Genel olarak halife Osman b. Affan'in öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafini tutan, onunla birlikte düsmanlarina karsi savasan ve mücadele edenlere Ali b. Ebi Talib'in taraftarlari (Satu Ali b. Ebi Talib) denildigi görülmektedir (es-Sehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146). Sîa kelimesinin bu manada kullanilisi genel olarak Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da sehid edilisinden sonraya kadar devam etmistir. Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Sîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karsi Hz. Hüseyin'in intikamini almak, Hz. Ali ve soyunun haklarini aramak, onun nesline yardim etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanlari ifâde etmeye baslamistir.

Sîa'nin ne zaman dogdugu konusu oldukça ihtilaflidir. Sii kaynaklar, Hz. Peygamber zamaninda, Ali b. Ebî Talib'i diger sahabelerden üstün gören ve onu halifelige en layik sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gifarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabin ilk siîler oldugunu, bu bakimdan Sîa'nin Hz. Peygamber devrinde dogdugunu belirtmektedir (bk. En-Nevbaht, Firaku's-sîa, Necef 1368, 39-40). Fakat Hz. Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak tesekkül etmis olan Sîa'nin Hz. Peygamberin vefatini takiben, Hz. Ali'nin mesru halife oldugu iddiasiyla dogan tamamen bir siyasi hareket olarak çiktigi iddiasi (bk. Bernard Lewis, the Origins of Ismailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-Islâm, Kahire 1964, 266 vd.) yaninda Hz. Osman'in öldürülmesinden sonra (bk. J. Wellhausen, el-Havâric ve's-Sa, Kahire 1968, 146) veya Hz. Ali'nin halifeligi esnasinda özellikle Camel ve Siffin savaslarini takiben (bk. Ibnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz. Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b. Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile dogdugu (bk. Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür. Bütün bu olaylar Sîa'nin ortaya çikis zamanini kesin olarak belirtmeseler de olaylarin hepsinin Sîa'nin gelismesinde müessir oldugu görülmektedir.

Sîa diger firkalar gibi, Islâm'da ana bünye diyebilecegimiz cemaatten ayrilarak, yine Islâm içinde ortaya çikan bir zümrelesme hareketidir. Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafindan takdir edilen, yigitlik, kahramanlik, ilim ve takva gibi sahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir. Onun bu özelliklerinden dolayi bazi sahabîler tarafindan begenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir baglilik ve samimi bir dostluk ifade etmektedir.

Hz. Peygamber'in ashabindan bazilarini takdir eden ifâdeler kullanmasi ve onlara iltifati düsünüldügünde sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmedigi de görülür. Bütün bunlar dikkate alindigi takdirde Hz. Ali devri de dahil Hulefâyi Rasidin devrinde, dostluk ve sevgi izhari ötesinde bir mezhebî gruplasma olmadigi anlasilir. Bu açidan Sîa'nin Hz. Peygamber devrinde tesekkülü mümkün görülmemektedir.

Sîa en erken, Hz. Hüseyin'in sehâdetinden sonra siyasî bir egilim olarak kamuoyu olusturmaya baslamistir. Özellikle 65/684 yillarinda ortaya çikan ve Hz. Hüseyin'in intikamini almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardimsiz biraktiklari için izdirap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin olusturdugu Tevvâbin hareketi, Sîa'nin bir terim haline gelisinin ve Islâm içinde bir kitlelesme hareketinin baslamasinin ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir. Tevvâbin hareketinin Emeviler karsisinda basari kazanamamasi sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamini almak için ortaya çikan Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den dogan oglu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan, Islâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüslerle esasli yankilar uyandiran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adini kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalismislardir. Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çikan ve Muhammed b. el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu firka günümüze ulasmamistir.

Sia'nin bütün firkalarinda ilk ve ihtilafsiz Imam Hz. Ali'dir. Onun ölümünden sonra imamet görevi ogullari Hasan ve Hüseyin'e intikal etti. Hüseyin b. Ali'nin ölümünden sonra imamet oglu Ali b. Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti. Emevilere karsi Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin'e baglandilar.

Böylece imamet hemen tamimiyle Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'den gelen evlâtlarina intikal etmis oldu.

Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b. Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklasarak ölümüne kadar (95/713) ilimle mesgul oldu ve çevresindeki insanlari yetistirmeye gayret etti. Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oglu Muhammed el-Bâkir ölümüne kadar (114/733) babasinin prensiplerini izleyerek ilmî konularla mesgul oldu ve çevresindeki mensuplarini korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti. Altinci Imam Ca'fer es-Sâdik gerçekten alim ve faziletli bir kisidir (bk. Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadik", TDV Islâm Ansiklopedisi, VII, I, 3). Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmistir. Bu imamin devrinde, Islâm tarihinde, Hz. Hüseyin'in sehadetinden sonra Emevilere karsi, Ehl-i Beyt adina ilk defa ayaklanan Zeyd b. Zeynü'l-Abidin'dir. Ali b. Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oglu, Muhammed el-Bâkir'in kardesi ve Ca'fer es-Sadik'in amcasi ve akrani olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hisam b. Abdulmelik'e karsi Kûfe'de isyan etti. Kendisine bey'at eden onbesbin kisi ile Hisam'in Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi ile giristigi savasta (122/740) basarisizliga ugradi ve öldürüldü. Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oglu Yahya (ö. 125/743) ile Zeydîyye firkasi ortaya çikmistir.

Zeyd b. Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çesitli firkalara ayrilan Zeydîyye mensuplari uzun süre daginik halde kalmislardir. Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayiflamasindan faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuslardir. Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yilina kadar varligini sürdürmüstür. Yemen Zeydîligi ise günümüze kadar varligini muhafaza edebilmistir. VI/XII. yüzyildan itibâren sinirlarini Tihâme'ye kadar genisleten Zeydler daha sonra Osmanli hakimiyetine girmislerdir. Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir. Imâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu firka mensuplari büyük günah isleyenler hakkinda daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altinda bulunduklari için bu tip kimselerin tam anlamiyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacaklari görüsündedirler. Fikih konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefilige yakin bir yol izlerler. Isnaaseriyye'den * farkli olarak mut'a nikahini mesru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili genis bilgi için bk. Zeydîyye Mad).

Ca'fer es-Sadik'in imamet devresinde önceleri oglu Ismail'in kendisine halef olacagini kesin olarak belirtmisken daha sonra bazi sebeplerle onu halifelikten çekti. Ismail babasinin sagliginda vefat etti. 148 (765) yilinda, Ca'fer es-Sadik'in ölümü üzerine, Ismail'in taraftarlari onun adina oglu Muhammed b. Ismail'e bey'at ettiler. Böylece Sîa bünyesinde Ismailiyye adi ile anilan yeni bir firka ortaya çikmis oldu.

Asiri bir Siî mezhebi olan Ismailiyye kurulusundan itibaren bir buçuk asir süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafindan idâre edildi. Basra, Kûfe, Iran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve Ibn Havseb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oglu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah es-Siî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrin sonuna dogru Suriye'nin Selemiyye sehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden Ismaili imami Ubeydullah 297 (909) yilinda Fatimîler Devletini kurmayi basardi. Kisa zamanda Misir'i ele geçiren Fatimler, burada kurduklari müesseselerle yaklasik üç asir süreyle mezheplerini yaymaya çalistilar. Fatimî halifelerinden el-Mustansir'in 487 (1094) yilinda ölümü ile birlikte Ismailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrildi. Dogu ve Bati Ismailiyyesi diyebilecegimiz bu iki koldan birincisi Iran'da Hasan Sabbah'in sahsinda büyük bir himayeci bulmus, özellikle Kazvin yakininda basta Alamut kalesi olmak üzere diger kalelerde yerlesen Nizarî fedaileri Islâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuslardir. Ismailiyye'nin bu kolu 1254 yilinda Hülagu tarafindan, Suriye Nizârleri ise 1273 yilinda Sultan Baybars tarafindan ortadan kaldirilmistir. Ismailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kisa bir müddet Misir'da hâkimiyetini sürdürmüs, daha sonra birbirinden farkli kollara ayrilarak Yemen'e intikal etmistir. Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kisma bölünmüslerdir. Müsta'lî Ismailleri Hindistan'da Bohra adiyla anilmaktadirlar.

Hülagu'dan sonra daha çok Iran Azerbaycan'inda kalan Nizarî Ismailîler, tasavvufi bir görünüm altinda varliklarini sürdürmüslerdir. 1718 yilinda öldürülen 45. Nizarî imami Halilullah Sah'tan sonra Iran Kaçar sarayinda Aga Han ünvani ile damat olan 46. Ismailî imami Hasan Ali Sah'tan itibaren Nizârî imamlari Aga Han ünvani ile anilmislardir. Ali Sah ve Sultan Muhammed Sah'dan sonra günümüzdeki Nizârî Ismailîyyenin 49. imami olan Kerim Aga Han bu görüsü sürdürmektedir.

Tarih boyunca Batiniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb. isimlerle anilan Ismâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalismalari, bir tefsir ve fikih sistemleri mevcut degildir. Daha çok ticâretle ugrasan Ismailiyye mensuplarina göre dinin en önemli özelligi imâmettir. Ibadetler konusunda diger Sîa firkalarindan oldukça farkli özellik gösterirler (Genis bilgi için bk. Ismilyye mad.).

Ca'fer es-Sadik'tan sonra taraftarlarinin ekseriyeti oglu Musa el-Kâzim'a tabi oldular. Harun er-Resid zamaninda isyan edebilecegi endisesiyle Medine'den Bagdad'a celbedilen Musa el-Kâzim uzun süre hapis hayati yasamistir. Kendisinin 183 (799) yilinda ölümü üzerine imam olan Ali er-Riza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafindan Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmis daha sonra 203 (818) yilinda zehirlenmek suretiyle öldürülmüstür. Bundan sonraki imamlar sirasiyla Muhammed et-Takî (ö. 220/835), Ali en-Nakî (ö. 254/868), Hasan el-Askerî (ö. 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplariyla anilan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduguna, yeniden dünyaya gelip dünyayi islâh edecegine inanilan bu imamla, imamlarin sayisi onikiye ulastigi için Sîa'nin bu firkasi Isnaaseriyye (onikiciler) diye anilir. Ayrica imameti dinin en önemli rüknü saymalari hasebiyle Imamiyye, Imam Ca'fer es-Sadik'in fikhini uygulamalari sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler.

Imamiyye bir firka olarak 260 (873) yilindan sonra teessüs etmistir. Bu bakimdan Zeydiyye ve Ismiliyye'den daha geç olusmus bir firkadir. 12. imamin 260 (873) - 328 (940) yilina kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed gibi sefirler araciligiyla imamla irtibat kuruldugu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238 (940) yilinda son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildigi için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandirilmaktadir.

Imamiyye Sîasi gaybet-i kübra yani büyük gaybetin baslamasindan itibaren Iran'in resmi mezhebi oldugu 10 (16) asra kadar Islâm dünyasinda güçlü bir varlik göstermemistir. Ancak Safevilerin kurulmasiyla Imamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yillari arasinda kendisini himaye eden bir devlete sahip olmustur. Sah Ismail devrinden itibaren Iran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlastirilmis, ezana ilaveler yapilmistir. Safevilerin Siîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanli siyaseti arasindaki farklilik sebebiyle Osmanlilarla Iran ordusu arasinda 1514 yilinda cereyan eden Çaldiran savasinda Iran ordusunun maglup olmasi sonucunda Osmanli-Iran münasebetleri normal mecrasinda yürümemistir. 12/18. yüzyildan 14/20. yüzyila kadar saglanan bir devlet destegi olmadan kendi seyri içinde gelisme kaydeden Imamiyye sîasinin temsilcileri olan ulema 1905-6 yillarindaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamislardir. Kaçar hanedaninin 1925 yilinda yikilisindan sonra Iran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kismî nüfuz kaybina ugramistir. Uzun bir hazirlik döneminden sonra Sîa yetullah Humeynî'nin çabalariyla 1979 yilindan itibaren Iran'da hakim kilinmis ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmis bulunmaktadir. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarini usuluddin olarak kabul eden bu firka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir sii firkasi olarak kabul edilir.

Kitap, sünnet, icma ve akli, ser'i deliller olarak kabul eden bu firka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahi hariç Ehl-i Sünnet fikhi ile cüz'i ayriliklar göstermektedir. Günümüzde Iran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensuplari Sîa'nin büyük ekseriyetini teskil etmektedirler (bk. Ca'feriyye mad).

Bu üç firkanin ötesinde kendilerini siî sayan ve fakat mutedil Sîa'nin kendileri ile ilgileri bulunmadigini belirttikleri gulat, galiye yahut asiri siî firkalar vardir. Islâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Mugiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi firkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'in ona hulûl ettigini iddia ettikleri için mutedil Sîa tarafindan Islâm ve Sîa disi asiri cereyan olarak degerlendirilmektedir.

Sîa firkalari arasinda müsterek nokta Imamet esasidir. Düsüncelerine göre Cenab-i Hak Hz. Peygamber'i Islâm dinini yaymak için göndermis, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'in dinin nesretmistir. Hz. Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfinda gerçeklestirdigi islah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkmasi Allah'in hikmetine uygun düsmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in faaliyetlerinin bosa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle es deger olan bir imamet müessesesi gereklidir. Islâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduguna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adina dinî konulara çözüm getirecek ve Islâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardir. Bu imamin Hz. Peygamber'in neslinden olmasi gereklidir. Imamlarin ilki Ali b. Ebi Talib'dir. O, sadece Hz. Peygamber'in yakini ve damadi oldugu için degil Allah'in emrinin geregi olarak imam tayin edilmistir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtima'dan olan neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. Imamlarin tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasina ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafindan degil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafindan gerçeklestirilir. Imamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onlarin sözlerine itimad edilemez.

Sîa'nin imamet konusunda böyle düsüncesine ragmen aralarinda en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet oldugu söylenebilir. Hemen her imamin ölümünden sonra o imâmin ogullari arasinda cereyan eden mücâdelelerde Imam olan kisinin güçlü ve itibarli olmasi sebebiyle mi yoksa Allah'in onu Imam tayin ettiginden dolayi mi Imam oldugu konusu daima tartisilabilir. Yukarida Imamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan Imamiyye yahut Isnaaseriyye tarafindan benimsenen hususlardir.

Imamet konusunda en mutedil davranan Siî mezhebi Zeydiyye'dir. Onlar yukarida belirtildigi gibi, imamin Hz. Peygamber'in kizi Fatima neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler. Imamin vasfen tayin edilmesi geregi üzerinde duran bu firkaya göre, Hz. Fatima neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olmasi gereken imam, kendini izhar edip imamligini ilan etmelidir. Takiyye veya mestur imam düsüncesi Zeydiyye'de mevcut degildir.

Ismail b. Ca'fer es-Sâdik'i imam tanimakla Ismailiyye, naslarin bâtinî manasi bulundugunu iddia ettikleri için Batiniyye ve bilginin akil ve duyularla degil ancak masum imamin ögretmesiyle elde edilecegini iddia ettikleri için Ta'limiyye adini alan bu firka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtimîler devrinde farkli özellikler göstermistir. Imami bilme ve ona baglanma dinin asli oldugu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu sekilde ulasilacagi, genel olarak Ismailiyye'nin prensipleri arasinda bulunmaktadir. Bu firka günümüzde imamet konusundaki müfrit düsüncelerini sürdürmektedir. Imametin disinda takiyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Sîa firkalarinin ekseriyeti tarafindan benimsenmektedir.

Günümüzde Islâm dünyasinin muhtelif yerlerinde Sîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasina ragmen %7 - %9 arasinda tahmin edilmektedir.
La ilahe illallah
Bunu ilk beğenen sen ol.
Acemi Üye
RE: SÎA mezhebi
ŞİA’NIN ANLAMI
Şia’nın Terim Anlamı:

Şia kelimesi Arapçada izleyici bir kaç kişi veya izleyen topluluk manasına gelmektedir. Şia kelimesi Kuran-ı Kerim’de de birkaç yerde bu anlamda kullanılmıştır. Örnek olarak;
“…orada iki adamın kavga etmekte olduğunu gördü; bu, kendi taraftarlarındandı (şialarındandı) öbürü, düşmanlarından. Derken, taraftarlarından (şialarından) olan, düşmanlarından olana karşı Mûsâ’dan yardım istedi” (Kasas Süresi 15)
Bu ayette Hz. Musa’nın (a.s) izleyicilerinden biri hakkında, “Musa’nın Şiası” şeklinde söz edilmektedir.
Kurâ-ı Kerim’in başka bir yerinde ise Hz. İbrahim’i (a.s) Hz. Nuh’un (a.s) Şiası olarak tanıtmaktadır.
“Ve şüphe yok ki İbrâhim de onun taraftarlarındandı (Şia’larındandı) elbet.” (Saffat Süresi 83)
İslam’ın başlangıcında Şia kelimesi sözlük anlamı olarak bir kişi ya da belirli bir grubun takipçisi anlamında kullanılıyordu. Ama bu kelime daha sonraları sadece Hz. Ali’nin (a.s) imametine inananlar için kullanılmaya başlanmıştır.

Şehristanî (548 h.k) İslami mezhep ve fırkaları ile ilgili önemli kaynaklardan biri olan “el-Milel Ve’n-Nihel” adlı kitabında şöyle diyor:
“Şia, Hz. Ali’nin (a.s) has izleyicileri ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) açık istek ve öğretisi üzerine onun imamet ve hilafetine inanan kimselerdir.”
Bu çok dakik bir tariftir. Çünkü Şiîler şahsi isteklerinden dolayı değil, Hz. Peygamber’in (s.a.a) isteği üzerine Hz. Ali’nin (a.s) imametine inanmaktadırlar. Ama Şia’nın dışındaki mezhepler Peygamber’in (s.a.a) hilafet meselesini halka bıraktığına ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da Sakife’de seçilen kimseyi izlediklerine inanmaktadırlar. Oysa Sakife’de bu şekilde seçilen ilk halife Ebu Bekir’in kendisi bu düşüncenin tersine, halifeyi kendisinin seçmesi gerektiğine inanıyordu. İkinci halife Ömer b. Hattab ise altı kişilik bir şura kurup özel emirler vererek, içlerinden birini kendi yerine halife seçmeleri için görevlendirdi.
İlginç olan ise; dördüncü halife olarak Ali b. Eb-u Talib’in takriben bütün Müslümanlar tarafından seçilmesidir. Üçüncü halife Osman b. Affan’ın öldürülmesinden sonra halkın baskıları sonucu, halifeliği kabul etmek zorunda kalmıştır.
Ünlü araştırmacı Hasan b. Musa Nevbahti (313 h.k) “Şia Fırkaları” adlı kitabında şöyle diyor:
“Şia, Ali b. Ebu Talib’e bağlı müslüman cemaatidir. Onlara hem Peygamber’in hayatında, hem de Peygamber’den sonra Şia deniliyordu. Hz. Ali’nin izleyicileri ve onun imametine inananlar diye tanınıyorlardı.”
Geçmiş dönemlerin seçkin âlimlerden Ş. Müfid (413 h.k) Şia’yı şu şekilde tanımlamaktadır:
“Ali’yi (a.s) izleyen ve onun Peygamber’in (s.a.a) ilk halifesi olduğuna inananlardır.”Ş. Müfid, Şia’nın “İmamiye” olarak adlandırılmasını şu şekilde açıklıyor:
“Bu unvan, imametin her zaman gerekli olduğuna, imamın Allah (c.c) tarafından seçilmesinin, masum ve kamil olmasının gerekliliğine inanan kimseler içindir.”

Bu anlatılanlara dayanarak Şia’nın Peygamber (s.a.a)’in halifesi hakkında ki inançlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1-Peygamber (s.a.a)’in halifesi olmak ilahî bir makamdır.
2-Peygamber (s.a.a) nasıl Allah tarafından seçildiyse, halife veya imamda aynı şekilde Allah tarafından seçilir ve Peygamber (s.a.a)’in aracılığı ile halka tanıtılır.
3-İslam Peygamber’inin (s.a.a) ilk halifesi Ali’dir.

ŞİA’NIN DOĞUŞU
Şia kavramı açıklandıktan sonra doğal olarak şia’nın ne zaman başladığı sorusu akıllara gelecektir. Şia ve Şia olmayan fırkaların güvenilir kabul ettikleri kaynaklarda nakledilen rivayetlerde, imamet meselesi hakkında birçok hadis göze çarpmaktadır. Bu hadisler Şia’nın inançları ile ilgili olan bölümde incelenecektir. Ama burada da konunun açıklığa kavuşması için Peygamber (s.a.a)’den nakledilen “Ali’nin Şia’sı” diye adlandırdığı topluluğu içeren hadisleri sunup, İslam tarihi ve hadislerden başka delillere de işaret edeceğiz. Burada sunulacak bütün hadisler Ehl-i Sünnet’in önemli kaynaklarında yer almaktadır.
Elbette burada bu konu ile ilgili sunulacak olan hadisler sadece seçilmiş birkaç örnekten ibarettir. Ve muteber olarak kabul edilen bu kaynak kitaplarda ise daha fazla hadis bulunmaktadır.
1-İbn-i Asakir (571 h.k), Cabir Abdullah el-Ensari’den şöyle naklediyor:
“Bir gün biz Peygamber’in (s.a.a) yanında iken Ali geldi. Bu sırada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Canımı elinde bulunduran Allah’a (c.c) ant olsun ki mutlaka bu ve bunun Şiîleri, kıyamet günü kurtuluşa ereceklerdir.” Sonra Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil oldu:
“İman edip salih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.”
Bu olaydan sonra Peygamber (s.a.a)’in ashabı Ali’yi ne zaman görseler “İnsanların en hayırlısı geldi.” diyorlardı.[1]
2- İbn-i Hacer (974 h.k) İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor:
“Beyyine suresinin yedinci ayeti nazil olduktan sonra Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Onlar (en hayırlı insanlar), sen ve senin Şia’larındır. Sen ve senin Şia’ların kıyamet günü Allah’tan razı olmuş ve Allah da sizlerden razı olmuş ve senin düşmanların ise öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde hazır olacaklardır.”[2]
Aynı kitapta İbn-i Hacer, Ümmü Seleme’den şöyle naklediyor:
“Peygamber (s.a.a) Ümmü Seleme’nin evinde bulunduğu bir gece kızı Fatıma (s.a) ve arkasından da Ali (a.s) eve geldi. Sonra Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ali! Sen ve senin ashabın ve Şia’ların cennet ehlidir.”
3- İbn-i Esir (606 h.k) Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:
“Ey Ali! Sen ve senin Şia’ların Allah (c.c)’ın huzuruna O’ndan razı olmuş ve O’da sizden razı olmuş bir halde çıkacaksınız ve düşmanların da öfkeli ve boyunlarından tutulmuş bir halde çıkacaklardır.” Sonra Peygamber (s.a.a) kendi boynunu elleriyle tutarak bu olayın nasıl gerçekleştiğini gösterdi.[3]
Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Hz. Ali’ye “Bizim Şiamız” tabirini kullandığı başka hadislerde vardır. Bu tabir önceden işaret edilen konu ile de uyum içindedir. Yani Şia, şahsi görüşleri olarak değil, Peygamber’in (s.a.a) öğretileri doğrultusunda Ali’ye uyan kimselerdir. Aslında Ali’nin (a.s) Şia’sı Peygamber’in (s.a.a) Şia’sıdır. Buna örnek olarak İbn-i Asakir Peygamber’den (s.a.a) naklettiği şu rivayeti nakledebiliriz:
“Cennette çiçek balından daha tatlı, yağdan daha yumuşak ve buzdan daha serin bir kaynak vardır ve o kaynağın çok güzel bir kokusu vardır. Ben ve Ehl-i Beyt’im o kaynakta bulunan çamurdan yaratıldık ve bizim Şia’larımız da aynı çamurdan yaratıldılar.”[4]
Peygamber’in (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) “Soyunun Şia’sı”tabirini kullandığı hadisler de vardır. Bu tabir de aynı şekilde önceden açıklanan Şia kavramını onaylamaktadır. Şia imamet meselesine temelde inandığı için Ali’yi (a.s) izlemektedir. Üçüncü bölümde daha geniş bir şekilde ele alınacağı gibi; Şialar Hz. Ali’nin ilk imam olduğuna ve ondan sonra da onun ve Fatıma’nın (a.s) soyundan gelen kimselerin, Allah’ın (c.c) seçmesi ve Peygamber’in (s.a.a) bildirmesiyle, imameti devam ettireceklerine inanmaktadırlar. Buna örnek olarak Zamahşeri (528 h.k) Rebiü’l-Ebrar kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder:
“Ey Ali! Kıyamet günü ben Allah’a (c.c) sen bana, senin evlatların sana ve Şia’lar da onlara bağlanacaklardır. O zaman bizi nereye götüreceklerini göreceksin.”[5]
Açıklanması gereken önemli noktalardan biri de, imametde olduğu gibi, nübüvvetin de peygamberlerin pak soylarına intikal ettiği gerçeğidir. Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Ant olsun ki, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği de kitabı da onların soyunda karar kıldık.”[6]
Ayetin anlatmak istediği; Allah (c.c) tarafından seçilebilmek için gerekli olan peygamberlik şartlarını ve özelliklerini taşıyan kimselerin Nuh (a.s) ve İbrahim’in (a.s) soyundan gelmeleridir.
Peygamber (s.a.a)’in hayatında, bir topluluğun Şia adıyla ortaya çıkışını ispatlayan, yukarıda ki ve sonradan işaret edilecek olan imamet ile ilgili hadislere ilave olarak başka deliller de vardır. Örnek olarak; Mekke’de Peygamber (s.a.a) Allah (c.c) tarafından gelen emir doğrultusunda, akraba ve yakınlarını İslam’a davet etmesi için görevlendirildiği zaman yemek hazırlayarak onları evine çağırdı. Yemekten sonra peygamberliğini ilan ederek onları İslam’a davet etti. Sonra peygamber (s.a.a) onların içinden kim İslam’ı kabul eder ve O’na yardım ederse vasisi ve halifesi olacağını açıkladı. Herkesin sessizliğe büründüğü o anda, daha çocuk yaşta olan Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in davetine icabet etti. Peygamber (s.a.a) Ali’nin oturmasını isteyerek davetini iki defa tekrarladı. Her defasında sadece Ali (a.s) olumlu cevap verdi. Sonunda Peygamber (s.a.a) Ali’nin hazır oluşunu ve Allah (c.c) karşısındaki teslimiyetini kabul edip, ilahî emre göre O’nu halifesi olarak tanıttı.[7]
Peygamber (s.a.a) önemli bir açıklamasında, Ali’nin (a.s) daima hak ile beraber olduğunu söylemiş, bütün yanlış davranış ve hatalı inançlardan uzak olduğunu ifade etmiştir. Aslında üstü kapalı olarak Müslümanlar ve hak peşinde olanlardan Ali’ye uymalarını istemiştir. Ümmü Seleme Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder:
“Ali her zaman hak ile Kuran-ı Kerim ve hak da Ali ile beraberdir ve kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır.”
Bu hadis İbn-i Abbas, Ebu Saidî Hudrî, Ebubekir, Aişe, Ebu Leyla ve Ebu Eyyübî Ensârî tarafından da nakledilmiştir.[8]
Aynı şekilde Peygamber’den (s.a.a) şöyle nakledilmiştir:
“Allah’ım Ali’ye rahmet et ve hakkı her zaman Ali ile beraber kıl.”[9]
Peygamber (s.a.a) birçok defa ashabı arasında Ali’yi (a.s) İslam-i Konuları en iyi bilen olarak ilan etmiştir. Örnek olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:
“Hikmet on kısımdır; dokuz kısmı Ali’ye verilmiş ve diğer kalan bir kısmı da halk arasında paylaştırılmıştır.” [10]
Sonraları ikinci halife, Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerini şu itirafıyla onaylamıştır:
“Allah beni hiçbir güçlük ve zorlukta Ali’siz bırakmasın.”[11]
Bu sözlerimize ilave olarak bir insanın Hz. Ali’nin Müslümanlar arasında makamını anlaması için; O’nun İslam yolunda yaptığı fedakârlık ve hizmetleri bilmesi gerekmektedir. Örnek olarak; Mekke müşrikleri Peygamber (s.a.a)’i öldürmek için plan kurdukları zaman Allah (c.c) Peygamberini bu suikasttan haberdar etmişti. Peygamber de (s.a.a) emniyetli bir şekilde Mekke’den Medine’ye hicret edebilmek için Ali’den (a.s) kendi yatağında yatmasını istedi. Bu sayede müşrikler Peygamber’in (s.a.a) evde olduğunu zannedeceklerdi. Ali (a.s) bu görevi sevinçle kabul etti. Bu olayın arkasından şu ayet nazil oldu:
“İnsanlardan bazıları Allah’ın rızasını kazanmak için canlarını satarlar.”
Daha sonra da Peygamber’in (s.a.a) Mekke’den Medine’ye olan hicreti İslamî takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.
Hz. Ali İslam’ın hedeflerine hizmet etmek için Bedir, Uhut, Hayber, Hendek ve Huneyn savaşlarına katılarak önemli görevleri yerine getirdi. Bu olaylar tarih kitaplarında, Şia ve Ehl-i Sünnetin naklettiği rivayetlerde kayıtlıdır.
Bundan önce açıklandığı gibi imamet konusu ile ilgili genel ve Hz. Ali’nin imameti ile ilgili özel nebevî hadislerin bağımsız olarak birer birer incelenmesi gerekmektedir. Ama burada konuyu Şia ve Ehl-i Sünnet’ten birçok insanın bildiği “Gadir Hum” hadisiyle sonuçlandırmak istiyorum. Peygamber (s.a.a) yaptığı en son hacdan (veda haccından) dönerken yanında bulunan binlerce Müslüman’dan, “Gadir-i Hum” denilen yerde durup, toplanmalarını istedi. Sonra Peygamber (s.a.a) deve semerlerinden oluşturulan minberin üzerine çıkarak şöyle buyurdu:
“Ben kimin mevlası-velisi isem Ali de onun mevlası-velisidir.” Bunun ardından orada bulunan herkes özellikle birinci ve ikinci halife Hz. Ali’ye bi’at ederek, onu kutladılar. Bu hadis, yüzden fazla kaynakta nakledilmiştir. Bu hadisin bulunduğu Ehl-i Sünnet kaynaklarının genel fihristini araştırmak için Mir Hamid Hüseyni Hindi’nin (1306 h.k) yazdığı “Abagatü’l-Envar” kitabına ve Allame Abdu’l-Hüseyin Emini’nin “el-Gadir” kitabına bakılabilir.
Bazı Ehl-i Sünnet yazarları bu hadisin gerçekliğini kabul etmelerine rağmen hadiste geçen “Mevla” kelimesini başka türlü yorumluyorlar. Onların görüşüne göre “Mevla” kelimesi, burada velî ve yönetici anlamında değil de, dost ve arkadaş anlamında kullanılmıştır. Bu yorumun doğru ve o zamanki olaylarla uyumlu olup olmadığını bir kenara bıraksak dahi, şüphe yok ki her iki durumda da bu hadis Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında Ali (a.s)’a özel ve ayrı bir makam kazandırmaktadır.
Yukarıda zikredilen tarihi deliller ve bir araya toplanmış çeşitli hadislere göre, Peygamber (s.a.a) zamanında ki Müslümanların birçoğunun Ali’yi (a.s) kalpten ve candan sevdikleri, her zaman onunla beraber olmayı istedikleri ve Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra da ona uyma kararlarının olduğu konusunda hiç şüphe kalmıyor. Bu Müslümanlar genellikle “Ali’nin Şiası” diye anılıyorlardı. Sonraları bunlara sadece “Şia” denmeye başlandı. Bundan daha önemlisi Ali’nin (a.s) imamet ve hilafet konusunun Peygamber’in (s.a.a) zamanında gündeme gelmesidir. Doğal olarak Peygamber’in (s.a.a) vefat etmesi, insanların imamet ve hilafet konusuna yoğunlaşmalarına neden oldu. Böylece Ali’ye (a.s) uyma gerekliliğine inanan kimselerle, toplumun önderliği olan hilafet konusunu Peygamber’den (s.a.a) sonra ilahî bir makam olarak kabul etmeyenler birbirinden ayrıldılar.
Ehl-i Sünnet tarihçilerinden Mes’udi (345 h.k) Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra gerçekleşen olayları şöyle anlatıyor:
“Ali ve onun Şia’larından bir topluluğun, Ebu Bekir’in kendisine biât etmelerini istediği sırada, Ali’nin evinde bir araya toplandıkları kesin bir olaydır.”[12]
Sonraları Ali’nin (a.s) hilafeti zamanında çıkan savaşlar gibi bazı olaylar ve Şia’nın üçüncü imamı Hz. Hüseyin (a.s) ve yetmiş iki yaranının şehit olduğu Kerbela vakıası Ali’nin (a.s) Şia’larını daha belirgin ve Şiîlik kimliğini daha açık bir hale getirdi. Örnek olarak; çok eski kitaplardan birinde şöyle yazıyor: “Ali (a.s) Talha ve Zübeyir’i mahkum etmek için şöyle buyurdu: “Talha ve Zübeyir’in adamları Basra’da temsilcilerimi ve Şialarımı öldürmüşlerdir.”[13]
Ebu Mihnef (158 h.k) şöyle bir açıklamada bulunuyor:
“Muaviye’nin ölümünden sonra Şia’lar Süleyman b. Sured’in evinde toplanmışlardı ve o onlara şöyle dedi: “Muaviye ölmüştür ve Hüseyin (a.s) Emeviler’e biat etmekten kaçınarak Mekke’ye doğru hareket etmiştir. Sizlerse onun ve onun babasının Şia’ları olduğunuzu iddia etmektesiniz.”[14]

İLK ŞİA'LAR
Şialık ilk olarak Hicaz’da Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ortaya çıkmıştır. Tarih ve din âlimlerinin biyografisini inceleyen kitaplara baktığımızda, Peygamber’in (s.a.a) ashabı arasında ve Ben-i Haşim ailesinden (Haşim, Peygamber’in (s.a.a) büyük babası) aşağıdaki kişilerin Şia’ların tanınmış çehrelerinden olduğu anlaşılmaktadır:
Abdullah b. Abbas, Fazl b. Abbas, Übeydullah b. Abbas, Kısam b. Abbas, Abdurrahman b. Abbas, Temam b. Abbas, Akil b. Ebu Talip, Ebu Süfyan b. Hars b. Abdulmuttalip, Nufel b. Hars, Abdullah b. Cafer b. Ebu Talip, Avn b. Cafer, Muhammed b. Cafer, Rebi’et b. Hars b. Abdulmuttalip, el-Tufeyl b. Hars, el-Mugayre b. Nufeyl b. Hars, Abdullah b. Hars, b. Nufeyl, Abdullah b. Ebu Süfyan b. Hars, Abbas b. Rebie ‘t b. Hars, Abbas b. Utbe b. Ebu Leheb, Abdulmuttalip b. Rebie’t b. Hars ve Cafer b. Ebu Süfyan b. Hars.
Peygamber (s.a.a)’in ashabı arasında Haşimî ailesinden olmayan şu şahıslar da Şia’dır, yani Alevidir:
Salman, Mikdad, Ebuzer, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. Yeman, Huzeyme b. Sabit, Ebu Eyüp Ensarî, Ebu Heysem Malik b. Tihan, Ubeyy b. Ka’b, Kays b. Sa’d b. Ubade, Udeyy b. Hatem, Ubade b. Samit, Bilal Habeşî, Ebu Rafi’, Haşim b. Utbe, Osman b. Huneyf, Hekim b. Cebillah Abdi, Sahl b. Huneyf, Halid b. As, b. Huseyb el-Eslemi, Hind b. Ebi Hale el-Temimi, Cu’de b. Hubeyre, Hücr b. Adiyy Kendi, Amr b. Hemk Huza’i, Cabir b. Abdullah Ensari, Muhammed b. Ebu Bekir (birinci halifenin oğlu) Aban b. As ve Zeyd b. Suhan Zeydî.[15]



Kaynaklar:
[1] - İbn-i Asakir, Tarih-i İbn-i Asakir, c.2, s.44, Suyutî, ed-Durru’l-Mensur, c.8, s.5890
[2] - İbn-i Hacer, Savaik el-Muhrike, bab.11, bölüm.1
[3] - İbn-i Esir, en-Nihaye, “ga-ma-ha” maddesi.
[4] - Tarih-i İbn-i Asakir, c.1, s.131
[5] - Sübhani, el-Milel ve’n-Nihel, c.6, s.104
[6] - Hadid, 26
[7] - Bu hadis bir çok Şia ve Sünnî kaynaklarında nakledilmiştir. Sünnî kaynakları içerisinden şunları sayabiliriz: Tâberî,, Tarihi’l-Umem ve’l-Mülük, (310 h.k), c.3, s.62-63, İbni Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih (630 h.k), c.2, s.40-41, Müsned-i İmam Ahmed İbn-i Hanbel, müsned-i A’şere bi’l-Cennet, no:841
[8] - Gaffari’ye göre, “Teşeyyu” ya “İslamı Asil” (Gerçek İslam) s.10. Bu hadis Şia olmayanlar tarafından on beş yolla nakledilmiştir. Bkz. Müstedrek-i Hakim-i Nişaburi, Sevaiki Muhrike, İbn-i Hacer, Kenzü’l-Ummal ve Yenabiü’l-Meveddet.
[9] - et-Tirmizî, Sünen, Kitabü’l-Menakîb, hadis.3647
[10] - İbn-i Kesir (ö.774), el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.7, s.359
[11] - Örnek olarak bkz: İbn-i Hacer, el-İsabe fi Temyizi’s-Sahabe ve İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.7, s.36
[12] - Mes’udi, İsbtü’l-Vasiyye, s.121
[13] - Nasr b. Mezahim, (212 h.k) Vak’atu Sıffin (Sıffin olayı)
[14] - Ebu Mihnef, Maktalü’l-İmam Hüseyin, s.15
[15] - Örnek olarak bakınız; Buhusun fi’l-Milel ve’n-Nihel, c.6, s.109-110, yazar; Cafer Sübhani, Seyit Ali Medenî, (1120 h.k) ed-Derecât er-Refie’t fi Tabatatü’ş-Şia el-İmamiye kitabında Peygamber (s.a.a) ashabından Şia olan altmış dokuz kişinin ismini zikrediyor. Seyit Abdulhüseyin Şerefuddin (1377 h.k) “el-Fusulu’l-Mühimme fi Te’lifi’l-Ümme” kitabında Peygamber (s.a.a)’in ashabından Şia olan iki yüzden fazla kişinin ismini alfabetik sıraya göre zikretmiştir. Bu sıra Ebu Rafi’ ile başlıyor ve Yezid ibn-i Husere Ensarî ile bitiyor. Ehl-i Sünnet âlimlerinden Yusuf ibn-i Abdullah (456 h.k) “el-İsti’ab” kitabında ibn-i Esir “Usdu’l-Gabe” kitabında ve İbn-i Hacer (852 h.k) “el-İsabe” katabında bazı önemli Sadr-ı İslam Şialarının isimlerini zikretmektedir.
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.