küçük bir çocuktum. Okul dönüşlerinde Çayevi önünde beni heyecanlandıran şiirleri, gazelleri tanıdım. Kıraathaneye giremediğim için kapıda bekler asırlar öncesinin seslerini içime çekerdim.
tambur sesiyle mis gibi kokan çayın ahengini içimde taşıdım..Urfa"da ikindi ezanı serinletici ve huzur verici bir gölge gibi uzayıp giderdi. Kazancı Bedih, Zeynel Abidin cümbüşün esrarlı tellerine dokunurdu ve içimdeki âlemin sırlı kapıları bir bir açılırdı:*
Ziyâ-yı şu"le-i hüsnün füzûn oldukça âlemde
Nice âşüfte diller mest ü hayran oldu gittikçe
Urfa"nın bir türküde, "daracık sokakta yâre kavuştum; yâr aşağı ben yukarı savuştum" diye tasvir edilen daracık sokaklarında hep aynı müzik ve aynı âhenk yaşanırdı. Oturduğum ev Nâbî"nin mahallesine yakındı. Kazancı Bedih o mahallede yaşadı ve hayata gözlerini orada kapadı.
Kazancı ve gazelhanları hiç anlamadan nasıl ve niçin dinlediğimizi hâlâ çözemedim.
Belki de has diliydi bizi cezbeden. Sanki genlerimizde atalarımızdan kalan bir zevk hissi vardı. o sırlı kelimeleri anlamlı kılan oydu. Ruhumuz bu müziği, ve nağmeleri bir yerlerden tanıyordu.
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Men kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
Beyitiyle başlayan ve Leylâ ile Mecnûn"dan alınan şiirin, bir gün Türkolojide imtihan sorusu olarak karşıma çıkacağını nereden bilebilirdim. Dedim ya küçük bir çocuktum Tenhâ gecelerde beni eyler müteselli*Baykuş sesini bülbül-i şeydâya değişmem Beyiti, kalıpları alaşağı ediyordu. Baykuşu bülbüle tercih eden bir anlayışı yeniden keşfettim.