Acaba böyle diye, o adaya neden gönderildiklerini, onları oraya kimin gönderdiğini ve onun kendilerinden neler istediğini merak etmemek ve umursamamak, o insanlar için hiç mümkün müdür ve makûl bir iş olarak görülebilir mi? Adada yaptıkları hiç bir işten, ne mükâfat ne ceza almasalar, hiç ölmeseler ve hastalanmasalar dahi, elbette “Biz neden buradayız?” şeklinde bir varoluş kaygıları bulunacaktır.
İşte aynen bu misal gibi, eğer dünya hayatında ölüm, acı, ayrılıklar, hastalıklar ve musibetler bulunmasaydı ve yaptıklarımızın karşılığında bir cennetle ödüllendirilmek veya cehennemle cezalandırılmak diye bir şey olmasaydı bile; buraya neden gönderildiğimizi, bu harika sistemi kimin işlettiğini ve bizden ne istediğini merak etmemiz ve bu araştırmamız sonucunda bulduğumuz cevaplara göre hareket etmemiz, en temel insanî tavrımız olacaktı.
Adaya tekrar geri dönelim. Hazır barınaklar ve mükellef sofralardan başka, meydanın orta yerine kurulmuş bir idam sehpasının da o adada bulunduğunu hayal edelim.
Öyle ki, bu ikinci vaziyette, o yüz kişi, bir taraftan en güzel yemeklerle beslenip, güzelce ağırlanmakla beraber, zamanı ve sırası belirlenmemiş bir şekilde o idam sehpasına çağrılıp acımasızca öldürülüyor olsunlar. Bir saat sonra filanca kişi çağrılırken, beş gün sonra diğer bir kişi, on hafta sonra bir başkası, hemen arkasından beş dakika sonra bir diğeri ve yirmi yıllık bir aradan sonra başka birisi… Sıranın ne zaman ve kime geleceği, hiç belli olmasın. Korkunç değil mi?
İşte şimdi siz söyleyin lütfen, böyle bir vaziyette orada neden bulundukları, kendilerinden neler istendiği ve kim tarafından oraya getirildiklerine dair soruların doğru cevaplarını bulup, o idam sehpasından kurtulmanın çaresini uygulamak; adanın önceki durumuna göre çok daha önemli, hayatî, zarurî ve insanî bir ihtiyaç haline gelmedi mi? O topluluğun içinden biri çıksa ve dese: “Siz o idam sehpasından korktuğunuz için bu sorulara cevap arıyorsunuz. Mantığınızla değil, duygularınızla hareket ediyorsunuz. Bakın ben bu meseleleri hiç umursamıyorum ve korkmuyorum. Sizden daha akıllıyım.” Acaba bu adamın şu deli saçması sözüne karşı söyleyecek bir şey bulabilir misiniz ve böyle bir durumda bu sözlerden daha akılsızca bir söz olabilir mi? Hiç öyle bir vaziyette bu sözler ciddiye alınmaya, hatta cevap verilmeye lâyık mıdır? Zaten biz burada onu değil, hayatın ve ölümün gerçek hakikatini arayan sizleri muhatap alıyoruz.
İşte dünya hayatına davetsizce getirilen bizler, adanın ikinci vaziyetinde, o yüz kişinin yaşadıklarının aynısını, hem de her gün yaşıyoruz. Evet, bu dünyaya neden getirildiğimizi ve ona bizi davet edenin kim olduğunu ve bizden ne istediğini aramak, aklın ve insaniyetin gereğidir. Ölüm, cennet ve cehennem olmasaydı bile, bu arayış olacaktı. Fakat buna bir de ölüm hakikati eklendiği için, “Neden buraya davet edilip, lezzetli nimetlerle yedirilip içiriliyoruz ve sonra idam ediliyoruz?” sorusunu diğer sorularla birlikte sorduğumuz ve bu dehşetli durumdan kurtulmanın çaresini aradığımız hengâmda biri çıkıp dese ki: “Siz akılcı değil, duygusal hareket ediyorsunuz. Ölümden korktuğunuz için bu soruları soruyorsunuz ve kendinizce bulduğunuz çareleri, menfaatiniz için uygulayarak, acizlik gösteriyorsunuz. Bakın ben ne kadar akıllıyım. Hiç bu meseleleri umursamıyorum ve korkmuyorum.” Acaba bu sözler her gün 300.000 insanın öldüğü bir dünyada dinlenmeye lâyık mıdır ve bu insan kendi kendini kandırmıyor mudur? Bunlar manasız hezeyandan ibaret, saçma sözler değil midir?
Evet. İnsan acizdir. Ölüm dehşetlidir. Bundan kurtulmanın çaresini aramak ve varsa o çareyi uygulamak kadar akılcı bir şey, acaba bu hayatta var mıdır?
ediz sözler