Arafat, yine sıcak ve kalabalıktı. Takvim 632 yılını gösteriyordu. Hicretten 10 yıl geçmiş, Mekke bir yıl önce fethedilmiş ve tüm Arap yarımadası Müslüman olmuştu.
Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (sas), son haccı için ilk insan Hz. Adem (as) ve üç dinin ortak atası Hz. İbrahim’in (as) ayak izlerini taşıyan Arafat’a gidecekti. 40 bin sahabesiyle Medine’den yola çıkarken kızı Fatıma ve zevceleri de yanındaydı.
Yolda niyet edilip ihramlar giyildi. Gözyaşı, tekbir ve lebbeyklerle ilerliyordu kutsal kervan. 10 günlük yolculuktan sonra Mekke’ye vardılar. Tavaf ve sa’yler yapıldı. Hz. Ali de Yemenli hacılarla yetişmişti kafileye. Sayıları 124 bini bulan ilk Müminler, önce Mina’ya, oradan Arafat’a yöneldi. Akıl almaz zorluklara rağmen 23 yıldır sürdürdüğü vazifesinin sonucunu belki de ilk kez böyle görkemli şekilde görecekti Hz. Peygamber. Kız çocuklarını toprağa gömen, puta tapan bir cahiliye toplumunu, medeni milletlere rehberlik yapacak kıvama getirmişti. İslam gönüllere girdikçe Müslüman coğrafyasının sınırları da büyümüştü.
Zengin-fakir, siyah-beyaz, kadın-erkek, köle-hür ayrımı yapmadan herkesin vücudun azaları gibi kenetlendiği Müminler, canlarından çok sevdikleri Rehber’lerinin etrafını kuşatmışlardı. Mevsim ilkbahardı. Dünkü gibi bir arefe günü öğleden sonra çadırından çıkıp Kusva isimli devesine bindi. Vadinin ortasında, her biri yeryüzüne inmiş yıldıza benzeyen sahabelere konuşacaktı. O gün nazil olan, “Bugün dininizi kemale erdirdim...” ayetini duyan Hz. Ebubekir ağlayacak; sebebini soranlara “Ayet, Peygamber’in vefatının yakın olduğuna işaret ediyor.” diyecekti. 14 asır sonra tazeliğini koruyan ve Evrensel İnsan Hakları Bildirisi gibi mesajlar içeren bu konuşma, tarihe “Veda Hutbesi” diye geçecekti.
“Ey insanlar” diyerek sadece Müslümanlara değil, insanlığa seslenen Rahmet Peygamberi’nin vurguladığı en önemli ilke eşitlikti: “Hepiniz Âdem’in soyundansınız. O da topraktan yaratılmıştır. Kimsenin başkasına üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük ancak takva iledir.” Sonra tüm insanların can, mal, şeref, hürriyet ve namusunun kutsal, yani dokunulmaz olduğunu ilan etmişti.
Müslümanların kardeş olduğunu ve asla birbiriyle savaşmaması gerektiğini söyledikten sonra kadın haklarına vurgu yaptı: “Kadınların hakkını gözetin. Onlar size Allah’ın emanetidir. Sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır.”
Kan davası, faiz ve tefeciliğin yasaklandığını duyuran Hz. Peygamber, böyle tüm çirkin cahiliye âdetlerinin ayakları altında olduğunu söylüyordu. Emanete riayet edilmesini istiyor, sosyal barış için şu hayati ilkenin altını çiziyordu: “Kölelerinize, hizmetçilerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Asla onlara eziyet etmeyin. Çünkü onlar da Allah’ın kullarıdır.” Kur’an ve sünnetten ayrılmamayı tavsiye eden Rahmet Peygamberi, kimseye zulüm yapılmamasını, halka ve hazineye ait mallara haksızca dokunulmamasını istiyordu.
“Burada bulunanlar, tavsiyelerimi burada bulunmayanlara bildirsin.” dedikten sonra bir peygamber olmasına rağmen görevini hakkıyla yapıp yapmadığını insanlara sordu: “Yarın, beni sizden soracaklar. Allah’ın elçiliği görevini yerine getirdim mi?” Herkes bir ağızdan, “Yemin ederiz, görevini yaptın. Şahidiz.” deyince, Rahmet Peygamberi “Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!” sözleriyle hutbesini bitirdi.
Dini mükemmel şekilde yaşayıp, bu evrensel ilkeleri Müslümanlara emanet eden Hz. Peygamber, dün Arafat’taki 3 milyondan fazla insanın karşısına çıksa ve bu değerleri ne kadar yaşadığımızı sorsa ne yapardık?
Dünyada insan hak ve hürriyetlerinin geri olduğu yerlerin başında İslam coğrafyasının geldiğini;
kadına kötü muamelenin bu topraklarda rutin olduğunu; kan davası ve tefeciliğin sürdüğünü;
işçi hakları ve gelir adaleti bakımından ümmetin yerlerde süründüğünü; kardeşlik bir yana Müslümanların birbirini terörle katlettiğini;
“Temizlik imanın yarısıdır.” ilkesine rağmen beldelerimizin kir içinde olduğunu;
dünyada fakirlik ve yolsuzluk endekslerinde başı çektiğimizi;
komşunun açlığıyla ilgilenmek bir yana selamı bile esirgediğimizi, kamu kaynakları dahil her türlü emanete ihanet ettiğimizi;
“Beşikten mezara ilim öğrenin” tavsiyesine rağmen bilim dünyasının sadece taklitçisi olduğumuzu;
yalan, gıybet, haset, hile gibi hastalıklar yüzünden toplumsal güvenin dip yaptığını bile bile karşısına çıkmaya nasıl yüzümüz olurdu?
Abdülhamit Bilici