You need to enable JavaScript to run this app.

Skip to main content

Sahabe ve Evliya Çileleri

Sahabe ve Evliya Çileleri

Forumcu
Sahabe ve Evliya Çileleri
Hazreti Talhâ bin Ubeydullah Radıyallahü anhümâ

Talhâ bin Ubeydullah, Müslüman olduğu zaman, en yakın akrabâları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden çok işkence gördü. Evine hapsedildiği gibi, aç ve susuz bırakıldı. Kardeşi Osman da, onun vâsıtasıyla îmân etmiş, bu işkencelere o da tâbi tutulmuştu. Hele namazlarını edâ edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendileri revâ görülen işkence, tahammülü mümkün olmayan cinstendi. Nevfel bin Huveylid bin Adeviyye, adamları ile birlikte Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Talhâ'yı yakalayarak iple bağladılar ve işkence yaptılar. Teymoğulları da onlara sâhip çıkmadı.

Hazret-i Me'sûd bin Hırâş, gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakleder:
Safâ ile Merve arasında dolaşırken, elleri boynuna bağlı ve kalabalık bir grup tarafından tâkib edilen bir delikanlı gördüm. Etrâfındakilere dedim ki:
- Bu kimdir, hangi suçu işledi de böyle bağladınız?
- Bu Talhâ bin Ubeydullah'dır. Atalarının yolundan saptı.
- Ya şu kadın kim ?
- Onun annesi Sa'ba binti Hadramî'dir.
Talhâ bin Ubeydullah, bütün bu akıl almaz sıkıntılara göğüs geriyor:
- Beni öldürseniz de dinimden asla dönmem, diye karşılık veriyordu.


Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talhâ bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Talhâ, Resûlullaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resûlulahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması, eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hazret-i Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Yiğitlerin efendisi Hazret-i Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.

Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekir'e, hemen Hazret-i Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i Talhâ'nın ayılması için mübarek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz:

-Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?
-Resulullah iyidir. Beni O gönderdi.
- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.



Hallacı Mansur Hazretleri

Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak" dedi. Bu sözün anlamı, (Ben Hakkım) demek ise de, (Haktan başka hiç kimse yok) demek istemişti. Bu sözü için katline fetva verdiler. Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı. Şeyh Ebu Abdullah-i Hafif anlatır: "Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye, "Şeyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor" dedi. "Bu zindanda ne iş yapıyor?" dedim. "13 batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor" dedi. Sonra, "Bu zindanda eşkıya ve hırsız çok, onlara nasihat eder" dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi. "Şirazlıyım" dedim. Meşayıhlerden sordu. Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, "Onu görürsen, o mektupları yakmasını söyle." Tam bu sırada zindancıbaşı içeri girdi. Saygı gösterdikten sonra, "Düşmanlar beni halifeye gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selametle git" dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehadet parmağı ile işaret ederek ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni öldürecektim. Şimdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim" dedi.

Yüz kırbaç vurun
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya Enel-Hak sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. Ona önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" buyurdu. Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.

İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi. Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah’ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.

Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehit edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at" buyurmuştu.


Hazreti Hubeyb Bin Adiy Radıyallahü anhümâ


Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Bu maksatla bir heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp:
- Yâ Resûlallah. Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'an-ı kerimi öğretecek kimseler yollar mısınız? dediler.


Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu. Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar... Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğullarına gidip, haber verdi.

Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkiyâ oradaydı.
- Bize öğretmen lâzım! diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar. İkiyüz kişilik düşmana karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Çarpışa çarpışa on Sahâbi'den yedisi okla vurularak orada şehit düştü. Sadece Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı. Çok geçmeden müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar. Abdullah bin Târık Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için zorlandı.

- Vallahi ben size arkadaş ve yoldaş olmam! Şehit olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir, deyip, bir zorlayışta ellerini kurtardı.
Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular, O'nu da şehit ettiler. Zeyd bin Desinne'yi de Safvân bin Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef'in intikâmını almak üzere satın aldı.

Hârisoğulları, iftihârla Hubeyb bin Adiy'i kendi âile fertlerine gösteriyorlar:
- İşte babamızı öldüren. Şimdi vereceğimiz cezâyı beklemekte! diyorlardı.

Hazret-i Hubeyb bin Adiy, hapsedildiği evde tam bir tevekkül ile, Allahü teâlânın kendisi hakkındaki takdirini bekliyordu.

Hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Mâviye şöyle anlatmıştır:
Hübeyb, benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Hergün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mevsimde hem de Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü teâlâ ona rızık veriyordu. Hazret-i Hubeyb, hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar. Ona acırlardı.
- Ona bir isteğin var mı? dediğimde,
- Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka bir şey istemem, dedi.

Öldürüleceği gün kararlaştırılınca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldüreceği zamanı öğrenince onda en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu. Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. Herkese haber verildi. Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar oradaydılar. Bu iki yüce Sahâbenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.


Bir sabah erkenden O büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı âdet edinmişlerdi.

Bu iki Allah ve Resûlullah dostu ise, heyacanlı değildiler.Yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahâbî kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye ettiler.

Az sonra bir müşrik bağırdı:
- Ey Hubeyb! Sen bizim babamızı, Hâris bin Âmir'i öldürdün. Bugün onun intikâmını senden alacağız. Ölmeden önce bir isteğin var mı?

Hubeyb bin Adiy gâyet sâkin, şunları söyledi:
- Yaşatan ve öldüren ve öldükten sonra gene diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır.. O'na binlerce hamd olsun.


Müşrikler hayretle tekrar sordular:
- Ölmeden önce son bir arzun yok mudur?
- Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım...
- Kıl orada.

Elleri ve ayakları çözülen Hazret-i Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşû' ile iki rekât namaz kıldı.

Hazret-i Hubeyb, son namazını kıldıktan sonra, Mekkeli müşrikler, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra:
- Vallahi dînimden asla dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönmem!..

Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah
- Şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?
- Ben Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medîne'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla râzı olmam!
- Ey Hubeyb, İslâm dîninden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz.
- Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur.

Hazret-i Zeyd bin Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehit oldu.

Bundan sonra Hubeyb:
- Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum... Allahım! Resûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir, diyerek duâ etti.

Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu.

Zeyd bin Hârise şöyle anlatmıştır:
Bir gün Resûlullah efendimiz Eshâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hâl gibi bir hâl kapladı. Sonra,
- Ve aleyhisselâm, dedi.
- Yâ Resûlallah bu selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz?
- Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim. Cebrâil aleyhisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı.

Ve Hubeyb ile Zeyd'in şehit edildiğini Eshâbına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş müşrikleri:
- İşte babalarınızı öldüren bu adamdır, diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar.

Bu sırada Hubeyb'in yüzü Kâ'be'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler. Hazret-i Hubeyb:
- Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Ka'be'ye çevir, diyerek duâ etti. Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ'be'den başka bir tarafa çeviremedi.

Bu esnada Hazret-i Hubeyb darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi.

Mekkeli müşrikler darağacına çıkardıkları Hazret-i Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya başlayınca:
- Valahi ben Müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra vurulup hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır, dedi.

Hubeyb bundan sonra yüksek sesle şöyle bedduâ etti.
- Ey büyük ve herşeye kâdir Allahım. Sen de bu zâlimlerin tamâmını mahveyle! Onlardan hiç birini sağ bırakma! Hepsini ayrı ayrı öldür, Allahım! Hâinler korkak olur. Bu hâinler de bedduâyı işitince korkmaya başladılar. Hârisoğulları:
- Konuşturmayın şunu! diye bağırdılar.

Sonra da mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken,
- Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh diyerek şehit oldu. Hubeyb bin Adiy'in cenazesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı.



Üstad Bediüzzaman Hazretleri

Şerafettin Kartal ağabeyin bulunduğu bir derste, Bediüzzaman'a ben zehirli iğneyi vurdum diyen sağlık memuru anlatıyor:

1947–1948 yıllarıydı. Afyon Hapishanesi’nde yatmakta olan bu zat için, görevli kişi, hükümet tabibini çağırıyor.Elinde tuttuğu zehirli iğneyi göstererek: Bu iğneyi şu kişiye yapacaksın diyor. O da ancak yazılı emirle yapabileceğini söyler. Görevli kişi: O zaman bir memurunu gönder der. Hükümet tabibi de beni gönderdi. Beni hapishanede karşıladılar. Önce: “Bu doğulu hoca, bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu kişi devletimiz için çok tehlikelidir. Gizli gizli kitaplar yazarak halkı zehirliyor. Daha neler yapıyor neler. Sen şu iğneyi bu kişiye zerk edeceksin dediler. Gizli güçlerin görevlendirdiği bu kişiler, ayak ayaküstüne atarak kahvelerini içerken ben de oraya çağırılan zatın hazırlanmasını bekliyordum. Kendisine iğne yapılacağını anlayan zat dedi ki: Ben hasta değilim, benim vücudum iğneyi kaldırmaz, bir haşarat salgını da yoktur. Niçin iğne vurulmak icap ediyor? Yoksa siz iğneyi yapmak mecburiyetinde misiniz? Evet, dedim. Bu iğneyi yapmak mecburiyetindeyim. O zaman yap, dedi.Ağzına kadar zehir dolu olan enjeksiyonun bir miktarı bile insanı öldürmeye yetecekken bana hepsini zerk etmem emredilmişti. Ben iki dizyem yaptım. Bu zat zehirlendiğini çok iyi anlamıştı. Koğuşuna götürüldü. Her an bayılması ve ölmesi bekleniyordu. Bir iki dakika içinde netice alınacaktı...
Gizli komitenin görevli kişileri, birkaç dakikada bir kendilerini arayan telefona cevap veriyorlar: Hepsini zerk ettik, sonucu bekliyoruz diyorlardı. Koğuşa gidip gelenler, bu zatın acılar içinde kıvrandığını söylüyorlar, fakat öldüğünü bir türlü söylemiyorlardı. Telefon defalarca çalıyor, öldümü öldümü diye soruyorlar ama görevliler ise hep aynı cevabı tekrarlıyorlardı, daha ölmedi...
Bediüzzaman’ın Milli Şef döneminde Afyon cezaevinde gördüğü işkence öyle böyle değildir. Daha önce Eskişehir ve Denizli mahkemelerinden beraat almasına rağmen aynı suçlamalarla bu kez de Afyonkarahisar cezaevine getirilir...
Şevket Süreyya Aydemirde aynı cezaevinde yatmaktadır. Suyu Arayan Adam isimli hatıra türündeki eserinde; Avluya hava almak için çıkarıldığımızda cezaevine sarıklı bazı mürteciler getirildi. Ama hiç buradan çıkma ihtimalleri yok! Bunlar da diğerleri gibi idam edilirler diye bahseder. Şevket Süreyya’nın mürteci diye bahsettiği kişiler Bediüzzaman ve öğrencileridir...
Bu niyetlerle Afyon cezaevine getirilen Bediüzzaman, öğrencilerinden ayrı bir koğuşa konur. O yılki kış, bu seneki kışa rahmet okutacak cinstendir. O yılki şahitlerin anlattığına göre Afyon, son kırk yılın en dehşetli soğuklarını yaşamaktadır. Dışarıda alabildiğine bir tipi vardır ve Bediüzzaman’ın kaldığı koğuşun camlarınıda kasten kırarlar, donsun diye. Kırık camlı pencereden içeriye tenleri bir jilet kesiği gibi acıtan kar soğuğu dolmaktadır. Zemin ıslak betondur. Geceye doğru pencerenin kenarları buz tutar. Yirmibir defa zehirlendiği halde öldürülemeyen Bediüzzaman’ın, adeta donarak ölmesi istenmektedir...
Bediüzzaman o gece, vücut ısısını korumak ve donmamak için çıplak zeminde zıplar. Uyuduğu an donarak öleceğinin farkındadır. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar namaz kılar. Uzun süre ayakta kaldığı için ayaklarının altında donma emareleri başlayınca, yeniden beton zeminde zıplamaya başlar. Takati kesilince çömelir. Beton zeminde kaz yürüyüşü yaparak vücut ısısını korumaya ve hayatta kalmaya çalışır.
Aylardan Ramazandır. O gece aç olarak sabahlar ve o şekilde orucuna niyet eder. Sabah kapı altından bırakılan bir tabak yemek akşama doğru buz tutar. Buz tutan tabağı koltuğunun altında ısıtarak buzunu çözer sonra da birkaç lokmayla iftarını açmaya çalışır...
Üçüncü günün sabahında takati iyice kesilmiştir. Kapı aralığından bakan gardiyan esefle söylenir: Bu adam daha ölmedi mi be? Gardiyanın bu sözleri, Bediüzzaman’ı camı kırık ve içeriye kar dolan bir bu hücreye neden koyduklarını anlatmaktadır.
Gardiyan biraz sonra yine kapı altından bir tabak yemek bırakır. Akşama doğru tabaktaki yemek donmuştur. Camı kırık pencereden içeri dolan kar soğuğunu içeri dolan akşam ezanı ısıtır...
Dışarıda Tanrı uludur, Tanrı uludur sesleri ve içeridede Allahuekber Allahuekber sedaları yükselir...
Bediüzzaman donmuş yemek tabağını koltuğunun altında ısıtarak buzunu çözer. Artık vücudu kaskatı kesilmiştir. İbadetini daha rahat yapabilmek ve hayatta kalabilmek için buzu çözülen yemekten bir iki lokma alır ve yere yığılıp kalır. Çünkü Yemek zehirlidir!..
Deliye her gün  bayram...
Bunu ilk beğenen sen ol.

İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren İslami Forum sitemizde 5651 sayılı kanunun 8. maddesine ve T.C.K'nın 125. maddesine göre tüm üyelerimiz yaptıkları paylaşımlardan kendileri sorumludur. Sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal şikayetleri bağlantısından bize ulaşıldıktan en geç 3 (üç) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmenlikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve site yöneticilerimiz tarafından bilgi verilecektir.