O günden sonra ilim peşinde koşmuştur. Önce dayısının medresesinde okuduktan sonra Mekke, Kûfe, Basra ve Şam'a giderek ilim tahsiline devam etmiştir.
Çok alim tanır, çok kitap okur, ilim meclislerine katılır, ezber yapar, notlar tutardı. Nitekim Bağdat'ta Fudayl bin İyad, Muafa bin İmran ve İmam-ı Malik ile birlikte bulunmuştur. Maruf-i Kerhi Hazretleri ile dost ve sırdaş olumuştur. Nurlu dergâhına birçok genç gelir gider ki Sırriy-i Sekati bunlardan biridir. Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafi Hazretlerine karşı çok hürmetkârdır. Talebeleri Ahmet b. Hanbel'e sorarlar:
-Efendim hadiste eşiniz benzeriniz yok, fıkıhta müctehidsiniz. Bişr gibi bir dervişin kapısında ne arıyorsunuz?
-Evet hadis ve fıkhı ondan iyi bilirim ama o kalp ilimlerinde hepimizden iyidir.
Birgün askerler bir mahkûmu meydana çıkarırlar. Suçu ağır olmalıdır. O kadar çok kırbaç vururlar ki derileri yarılır. Etlerinden sızım sızım kan sızar. Lâkin genç bir kere bile sesini çıkarmaz. Muhafızlar kan ter içinde kalır, nefeslenmek için dururlar. Bişr gence sokulup sorar:
-Biliyor musun tahammülüne hayran kaldım.
-Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki. Kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor.
-İyi ama Allah-ü Teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi?
Genç öyle bir "Allah" der ki kendinden geçer. Yüzlerce kırbaca direnen vücut bu aşka tâkat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir.
Bişri Hafi'ye: "Gecenin az bir kısmında olsun istirahat etseniz." demişler. O da şöyle demiş: "Allah gelmiş ve geçmiş bütün günahlarını bağışladığı halde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ayakları şişinceye kadar namaz kılmıştır. Ben nasıl gecelerimi uyku ile geçiririm ki bir tek günahımın bile bağışlanmış olduğunu bilmiyorum
Bişr-i Hafi her hadiseden hikmet alırdı. Mesela Abadan civarlarında bir saralı görür ki, toprağa düşmüş çırpınmaktadır. Yanına varınca cüzzamlı ve kör olduğunu farkeder. Yaralarına üşüşen karıncalar etlerini koparmaktadırlar. Başını kucağına alıp su verir. Genç kendine gelince "sen de kimsin?" diye sızlanır, "hem Rabbimle arama niye girdin?"
Aslında Bişr-i Hafi mükemmel bir tabibdir. Bitkileri ve baharatları çok iyi tanır ve onları ustalıkla kullanır. Otlardan köklerden mi yoksa Duâlarının bereketiyle mi bilinmez Allahü Teâlâ onun hastalarına şifa dağıtır.
Bir gün evine girerken tefekküre dalar. "Bağdat'ta bunca insan var. Kimi Yahudi, kimi Hristiyan. Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum? Onlar neyi yapmadılar ki mahrum kaldılar?" Böyle düşünürken sabah ezanları okunmaya başlar ki o hâlâ eşiktedir.
Bişr-i Hafi ölümüne doğru birisinden ödünç gömlek alır ve kendi gömleğini bir fakire bağışlar. Hasılı ardından bir gömlek bile bırakmaz. O Bağdat'a geldikten sonra hayvanlar yerleri kirletmezler çünkü mübareğin yalınayak dolaştığını bilirler. Bağdatlılar hayvanların eskiye döndüklerini farkedince "Eyvah" derler, "Bişr-i Hafi ölmüş olmalı"
Bişr-i Hafi buyurdular ki:
* İki şeyden kaçın: "Çok yemekten ve çok konuşmaktan"
* Dünyada aziz olmak isteyen diline sahip olsun. Şahitlik yapmasın, imam olmasın, ziyafetlere katılmasın.
* Sabır Allah-ü teala'yı kullara şikayet etmemektir.
* İnsanlar arasında tanınmak isteyen ahiretin tadını alamaz.
* Şöhreti seven Allah'tan korkmaz.
* Övülmekten hoşlanmak ahmaklıktır.
* Sabır susmaktır. Konuşan, susandan daha fazla vera sahibi olamaz.
* Kötü insanlarla arkadaşlık yapan iyi kimselere sui zan eder.
* Dün öldü, yarın doğmadı, bugün can çekişiyor. Sen bu anı değerlendir.
* Topal bir karınca düşünün. Bir buğday için saatlerce uğraşır, didinir, tam yuvasının ağzına getirir ki taneyi kuş kapar. Ölüm kuşu da böyledir. Kimse dünyadaki emeline kavuşamaz.