Ayet 2: Sen hıll iken bu beldede
Ayet 3: Ve bir validle (baba) veledine ki
Ayet 4: Muhakkak biz insanı kebed (meşakkatler) içinde yarattık.
Ayet 5: O, kendisine kimsenin güç yetiremiyeceğini mi sanıyor?
Ayet 6: Der ki, yığın yığın mal telef ettim.
Ayet 7: Onu bir gören olmadı mı sanıyor?
Ayet 8: Biz ona iki göz vermedik mi?
Ayet 9: Ve bir dil ve iki dudak.
Ayet 10: Biz ona iki de yol gösterdik.
Ayet 11: Fakat, o akabeyi (sarp yolun zorluğunu) göğüsleyemedi.
Ayet 12: Bildin mi akabe nedir?
Ayet 13: Fekki rakabe.
Ayet 14: Veya felâketli günde yemek yedirmek.
Ayet 15: Yakınlığı olan bir yetîme.
Ayet 16: Veya toprak döşenen bir miskîne.
Ayet 17: Sonra olamadı; iman edip de sabr ve merhamet vasiyetleşen. (17′nci âyetin bir başka çevirisi: Sonra iman edip sabır ve merhamet vasiyetleşenler)
Ayet 18: Ki onlardır işte meymenet sahipleri.
Ayet 19: Ayetlerimize küfredenler ise meş’eme sahipleridir.
Ayet 20: Ki üzerlerine kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateştir.
AYET 1: Bu beldeye kasem olsun.“Belde”nin temel mânâsı yerleşim merkezidir. Ayetin kasdı da Mekke’dir.
Enfüsi mânâda “belde”, döş mânâsına da gelir ki, kalbi temsil eder. Ayrıca edebî mecaz da kaşlar arası ve nazar kavramları da vardır.
Ayet 2: Sen hıll iken bu beldede.
Sen o beldede mevcutken, sen orada varlığını hissetirmişken, demektir. Şüphesiz Efendimizin Mekke’ye verdiği mânâ hikmeti kasd edilmektedir. Allah’ın kasemi, ancak Efendimizin sırrını taşırken söz konusudur.
Belde, enfüsi mânâda “kalp” olarak alındığı takdirde; o kalpde Efendimiz varsa, Allah o kalbe kasem ediyor. “HILL” kelimesi, hem “hal” (feth), hem hulûl (giriş) ve “nüfûz ediş” mânâlarını kaplar. Aynı zamanda “HILL” bir eriyiğin eriyen maddesini temsil eder ki, Mekke şehri bir mahlûlse orada eriyen Efendimizin sırrı demektir.
Ayet 3: Bir validle veledine ki.
Bu ayetteki “valid” kelimesinin anne olmadığına bütün müfessirler hem fikirdir. “Valid” den kasdın, Hz Âdem ya da Hz İbrahim olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, daha çok “valid”den kasdın Efendimiz, “veled”den kasdın Ümmet-i Muhammed olduğu da bir çok tefsirlerde ağırlık kazanıyor. Üç ayet birlikte yorumlanınca, zâhir mânâda, Efendimiz varken Mekke üzerine kasem ediliyor. Mekke’nin sırrı da üç formül içinde bildiriliyor:
a) Hz Âdem ve Mekke’nin hikmeti Efendimizde billûrlaşıyor.
b) Hz İbrahim’in Mekke’yi inşası, Efendimizin teşrif edeceği sırrından gelmektedir.
c) Mekke sırrı, Muhammedî (SAS) hikmetiyle kutsallık kazanır.
Kâbe’nin, Hz Âdem için bir afv sembolu olarak meleklerin yardımıyle inşa edildiği, Nuh Tufanı’ndan sonra Hz İbrahim tarafından yeniden inşa edildiği bilinmektedir. Kâbe’nin özellikleri, bütün bilim adamlarınca bilinmezlik sırrı taşımaktadır. Birçok bilimsel yorumlar vardır. Bunlar arasında en ilgincini nakletmek istiyorum:
Bu görüşü paylaşan bilim adamlarına göre, Kâbe’de etkili, bilinmez bir enerji sırrı vardır. Bu enerjinin, arzın iki noktasında kozmik enerjileri farklı biçimde topladığı sanılıyor. Bunlardan birisi Kâbe’de hissedilen toplayıcı enerjidir. Bu bilinmeyen enerjinin, özellikle tavaf sırasında büyük kalabalığı etkilediği, yada kalabalığın ruhların çoşkusuyla çok değişik duygular sergilediği düşünülmektedir. Hac sırasında hemen herkesin târif edemediği etkileşim, böyle yorumlandığı gibi, zaman ve mekân atlamaları da meydana çıkabilmektedir.
Bazı bilim adamları, ünlü ŞEYTAN ÜÇGENİ’ndeki çelişik olayları da Kâbe etkisinin tersi bir menfi enerjiye benzetmektedirler. Şüphesiz ki önemli olan, Kâbe’ye bilimsel bir izah getirmek değil, Kâbe’de mutlaka maddeye bile yansıyan fevkalâdeliklerin varlığını inanmayanların bile tetkike başlamasıdır. Bu üç ayetin enfüsî mânâsına gelince:
İnsanın sırrı, gönül şehrindedir. Ve o şehirde Fahr-i Kâinat hıll iken ve Efendimiz (valid) ve insanın gönlündeki sevgi (veled) hilkatin özlü güzelliğidir.
Ayet 4: Biz insanı kebed içinde yarattık
Bilindiği gibi “KEBED” karaciğer demektir. Burada mecâzi mânâda karaciğerin ağır hastalığındaki meşakkat îma edilmektedir. Bütün müfessirler, “kebed”den tasdın “meşakkat” olduğunda müttefiktir. Bu zorluklar 4 gurubda toplanmıştır:
a) Biyolojik olarak, meniden doğan bebeğe kadar geçen fizik zorluklar.
b) Hayatın tüm olağan zorlukları.
c) İnanca karşı nefsin tuzaklarından kurtulma zorlukları.
d) Ahiret hayatının zorlukları
Bu mânâlar dışında “kebed” kelimesiyle kasdedilen zorlukların, karaciğerle ciddi bir ilgisi vardır. Hayatın biyolojik yükü tamamen karaciğere yüklenmiştir. Bu mesajla hayatın biyolojik kavramlarına ve buna karşı yapacağımız yanlışlara ciddi bir ihtar vardır. Bugün insanın karşı karşıya bulunduğu en önemli iki mesele, kalp damarı hastalıkları ve kanserdir. İkisinin de temelinde karaciğer rahatsızlığı yatmaktadır. Damar hastalıklarında sorumlu saydığımız yağ artıkları (Lipid ve Kollesteral) fazlalığı kesinlikle karaciğerin bir problemidir. Kanserde çok önemli olan bağışıklık sistemindeki aksamalar, doğrudan doğruya karaciğerde düğümlenir.
Ayet 5: İnsan, kendine kimsenin güç yetiremiyeceğini mi sanıyor?
Burada kasdedilen insan, mağrur insan olduğu, pek çok tefsirlerde üzerinde durulan bir keyfiyettir. Genelde nefs kendinde sonsuz bir güç vehmeder. Hatta sahip olduğu mal oranında bu gücün sınırsızlığını ilan eder durur. Çağımızdaki insan, teknolojideki gelişmelerin de ardına geçip, tüm uzaya hakim bir imparator sanır kendini.
Ayet 6: Yığın yığın mal telef ettim diyor.
“Lubed”, çok biriken mal anlamına gelmektedir. İki ayet birlikte yorumlanınca:
a) İnsan, mal gücüne dayanarak, kendine bir paye verip: “ben bu noktaya gelmek için çok para harcadım, bu mevkide bana kimsenin gücü yetmez” der.
b) Din aleyhine harcadığı parayı kasdederek “Ben din aleyhinde çok para harcayarak tedbirler aldım, artık bana güç yetmez” der.
c) Dînî inançları zayıf olanların sadakatlerine güvenmeleri.
Bu iki ayet çağımızda pek geçerlidir. İnanç aleyhine propaganda için nice paralar harcanmış, hatta “Artık din meselesi bitti” diye niceleri hayaller içinde sevinmiş, fakat bir süre sonra dinlerin ve inançların daha kuvvetli olarak toplumlara yayıldığını görmüşlerdir. Zira:
Ayet 7: Kendini gören olmadığını sanıyor!
Elbette ki Allah davasının aleyhine işlenen tüm tertipler, ilâhi ekrana aynen yansıyor. Allah’ın besar sıfatını bilmeyenler, nefsin tuzağı içinde, inananlarla boş yere uğraşırlar. Uğraşmalar, inananlara bir imtihandır ve dâima inançların güçlenmesine neden olur. Bu hep böyle olmuştur. “Din afyondur” sloganlarına rağmen Kur’ân’a ilgi gittikçe artmaktadır. Böyle yanılgıya düşenler için ve de genel anlamda nefsin isyanına karşı Allah, mazeret kapılarını kapatan üç ayet veriyor (8,9,10′ncu ayetler)
Ayet 8: Biz ona iki göz vermedik mi?
Ayetin mesajı çok ince mânâları içermektedir.
a) İki gözün, görme mekânı arasındaki tüm inceliklerini bir tetkik edin bakalım, neden tek göz değilde iki göz?
Göz fizyolojisindeki akıl almaz hikmetler saymakla bitmez. Ancak bir olay vardır ki, hiç bir inkârcıya soluk vermeyecek bilimsel bir ihtişamdır. Renkli görme, beyne renkleri yüzde bir saniye farklarla gönderme zorunluğu nedeniyle imkânsız denecek kadar zor bir fizik olayıdır. Hele iki ayrı kamera demek olan iki ayrı gözün retinasının, bu senkron ile iletişimi sağlaması büsbütün imkânsızdır. İşte ayetin inançsızlara karşı yalnız göz konusunda verdiği birinci mesaj bu hikmettir.
b) İki gözden kasdın bir anlamda hem fizik görme, hem gerçeği görme kabiliyetlerinin birlikte verildiğine işaret ettiği de kesindir. Böylece kafirlere “siz iki gözden yalnız fizik gözünü taşıyorsunuz. Gördüğünü değerlendiren mânâ gözünüzü niçin açmıyorsunuz?” mesajı vardır.
c) Biz, inananlara hem madde gözü, hem mânâ gözü verdik. Madde gözü yalnız 7 ışığın konbinezonlarını görür, mânâ gözü evrenin tüm hikmetlerini seyreder.